Yunus ARIKAN
Ne Zor şeymiş Yaşamak
İSTANBUL
2006
YAZARIN DİP NOTU
Bir yaşam...
Acı, tatlı, sevgiyle veya sevgisiz yaşamaya çalıştığımız bir yaşam.
Hani bazen, bir umutsuzluk çemberi etrafımızı sarar da, bir türlü kırıp kurtulamayız ya…
Hani bazen, her şeyin “mahvolduğunu” düşünür, kendi kendimizi yer bitiririz ya...
Hani, kendimizi büyük bir çıkmazın içinde bulur ve mahvolduğumuzu sandığımız anda nasıl olduğunu bile anlamadan etrafımızı saran o kabus çemberinden nasıl kurtulduğumuzu bir türlü anlayamaz, o zaman, bize, “Tanrı yardım etti” der, “Tanrı’ya şükrederiz.” deriz değil mi?
Ya da, her şeyi elde ettiğimizi düşündüğümüz bir anda, “o her şey” bizlere yıldızlar kadar uzakta olduğunu görürüz ya, işte o zaman da, “Tanrıya küser, isyan ederiz.”
Ne tuhaf değil mi?
Oysa, Tanrı, bizleri yaratırken, sonumuzun ne şekilde noktalanacağını bildirseydi, içimizdeki bu yaşama isteği bu kadar çekici, bizlerde de, bu kadar yaşama arzusu olur muydu acaba!?...
İşte, elinizdeki bu kitap; belirsizlik, tesadüf, yılgınlık, mücadele, başarısızlık ve başarılarla dolu bir yaşamın küçük bir serüveni...
Yani, yaşamın küçücük de olsa, “kendisi” diyebileceğimiz bir serüveni.
Umarım sıkmam sizi…
Esen kalın
Y.A.
YENİ BİR YAŞAM
1990’lı yılların henüz başıydı. Sıcak bir şubat akşamı. Bugün İstanbul, sanki yazdan kalma bir günü yaşıyordu.
Gökyüzünün koyu lacivert renginin üzerine serpilmiş olan yıldızlar, bütün albenisi ile sanki bakanlarının şaşkınlıklarına gülümsüyordu. Ay dolun halde ve yıldızlara inat, daha parlak ve daha görkemliliğini büyük bir keyifle arzı endam ediyordu yazdan kalma bu şubat akşamının koyu lacivert gökyüzünün derinliklerinde.
O, içi sıkıntıyla doluydu. Onun için, günlerce sabah olmak bilmedi. Her akşam yatağına yattığında, yatağı ile debelenmekten, kendi kendisiyle kavga etmekten başka bir şey yapmıyor, gecenin geç saatlerinde bile sigara içmek için, bir şeyler atıştırıyor, yine de içinin sıkıntısını bir türlü bastıramıyordu. Aylar var ki içindeki fırtınaları dindiremiyor, sıkıntıyla geçen sayısız gecelerine bir türlü “dur” diyemiyordu.
Bugün de uykusuzluktan gözleri kan çanağına dönmüştü. Bugün de gözlerinden uyku akıyor olduğu halde uyuyamıyordu. Gözlerini ovuşturmaktan iki gözüne kan inen Ali Rıza, o gün de uykusuz, o gün de çözemediği problemleriyle birlikte sıkıntılı ve çekilmez yaşamına yeni bir günü daha ekleyerek işine gitti.
Ali Rıza, Bakırköy Belediyesi’nde çalışan bir devlet memuruydu ve Bakırköy Belediyesi’ne yeni tayin olmuştu. Dudağının hemen üstündeki ince ve simsiyah kaytan bıyıkları, geniş omuzlarıyla ilk bakışta insanların dikkatini çekiyor, bıyıklarının üstünde kemiksiz bir burun, sanki onun eskiden beri boks sporuyla uğraştığını gösteriyordu.
Otuz beş yaşındaydı Ali Rıza. Otuz beş yaşında ve bir seksen, seksen beş boylarındaydı. Kalın kaşlar bir yay gibi alnının her iki tarafına doğru yayılırken, geniş omuzları ve kirpiklerin altındaki o cam gibi parlayan yeşil gözler, pürüzsüz esmer yüzünün yakışıklığını ortaya çıkarıyor, yorgun vücudunun kendisini hala bırakmadığını da gösteriyordu.
Ali Rıza’yı İstanbul’un gizemli çekiciliğinin içinde gizlenmiş olan sıkıntılar bir mengene gibi sıkıştırdıkça sıkıştırıyordu. Günlerce aramasına rağmen kafasını sokabilecek, bir oda, bir hol, mutfak ve helası ile iç içe bir banyosu olan gecekonduyu ancak zar zor bulabilmişti. Gecekondunun küçük bahçesinde, büyük bir ceviz ağacı ile öbek halinde çeşitli mevsim çiçekleri vardı. Etrafı tahta çitle çevrili bahçenin bir kenarına da karısı Gülbahar sebze ekmişti.
Gülbahar, ailenin ikinci kızı olarak dünyaya gelmiş, çalışkan bir Anadolu kadınıydı. Ortaokulu ancak bitirebilmişti. Baş örtüsünün altında gizlediği uzun siyah saçları, kara kalın kaşları ve sim siyah gözleriyle her gülüşünde ortaya çıkan gamzeleri, güzelliğini hemen fark ettiriyordu. Simsiyah gözlerinin içinde O’nun hayata karşı ne kadar dirençli olduğu, sevgi dolu olduğu ilk bakışta rahatlıkla görülebiliyordu. Yaşadığı onca sıkıntı ve yokluklara meydan okurcasına ve inatla gözlerinin içi gülüyor, bir ananın inanılmaz kararlılığı, üretkenliği sahiplenme duygusu gözlerinden okunabiliyordu.
Gülbahar’ın şansızlığı doğuşundan itibaren bir türlü peşini bırakmamıştı. Önce yakalandığı amansız bir hastalıktan aniden bir-iki gün içinde ablasını kaybetmiş, kısa bir süre sonra annesini, İstanbul’a gelmeden birkaç ay önce de babasını kalp krizinden kaybetmişti.
Gülbahar iki yıl gibi kısa bir süre içinde ortada kala kalmıştı. Art arda yaşanan bu sıkıntıların ardından, yokluk içinde sürdürdükleri yaşamın verdiği üzüntü de Gülbahar’ı zaman zaman da olsa yılgınlığa itiyordu. Bunlar yetmiyormuş gibi iki çocuğa laf anlatamamak kahrediyordu onu.
Gülbahar, çocukları okula gönderdiğinde ancak rahatlıyor, kafasını toplamaya çalışıyordu. Okul dönüşü ise her zamanki dert yanmaları başlıyordu. “Yine mi kavga?” diyordu. Gülbahar. “Yine koparmışsın önlüğünün düğmesini oğlum. Anam beni dert çekeyim diye mi doğurdu sanki? Sizin köleniz olayım diye mi doğurdu? Sen hiç anana acıman mı oğlum?” diyordu Murat’a.
Murat annesine hiçbir şey söylemiyor, kafası önde annesini dinliyordu. Bu, Murat’ın her zamanki yaptığı taktikti. “Bir daha olmaz” diyor, yine de tüm çocuklar gibi bildiğini yapıyordu. Bu Murat’ın kim bilir kaçıncı söz verişiydi.
Gülbahar’ı çocuklarının çektirdiği eziyetinin yanında her bir türlü bitmek bilmeyen geçim sıkıntısı da yiyip bitiriyor, Ali Rıza’sına yardımcı olamadığı için de kendini bir türlü affedemiyordu. Kocasının İstanbul hayalinin her geçen gün bir kabusa dönüştüğünü görmesine hiç dayanamıyordu.
Murat, dokuz yaşında, ilkokul üçüncü sınıfta, Mahmut ise ilkokul birinci sınıfta okuyordu. Murat her yıl teşekkür getirirken, bu yıl da Mahmut’u öğretmenleri çok beğeniyorlardı. Gülbahar’ın çocuklarından dert yandığı kadar onların sınıflarındaki başarıları ile de ne kadar övünse azdı.
Ali Rıza da kanmıştı İstanbul’un taşının toprağının altın olduğuna. O da inanıvermişti. Oysa, ne İstanbul’un taşı toprağı altındı, ne de Memur Ali Rıza iyi bir sarraf. O sadece bir devlet memuruydu.
Ali Rıza, askerden gedikten birkaç ay sonra Gülbahar ile evlenmişti. Gülbahar ile aynı köydendiler. Uzaktan, uzaktan birbirlerine kanları kaynıyordu ya, ne Gülbahar Ali Rıza’ya, ne de Ali Rıza Gülbahar’a -ta ki evleninceye kadar- bir kez bile olsun sevgilerini açamamışlardı. Köylük yerde ayıp şeylerdi bunlar. Neymiş öyle seviyorum-meviyorum. Çok yakışıksız şeylerdi bunlar.
Evlendiklerinde, kendilerine ayrı bir ev açamamış, babasıyla beraber oturmaya başlamışlardı. Kasabada genellikle gelin, kocanın ailesiyle birlikte oturuyor, yeni bir ev kuramıyorlardı. Ancak büyükler izin verirlerse ayrı evde oturulurdu. Onun dedikodusu da ayrı tabi…
Ali Rıza’nın babası Fahri Efendi, kasabanın hatırı sayılır zenginlerindendi. Rençperlik yapıyordu, birde meyve bahçelerinden topladığı meyveleri İstanbul haline gönderiyor, oradan da iyi kazanıyordu. Oğlunun İstanbul’a gelmesi Fahri Efendi’nin kanına dokunmuştu. İstanbul’un nasıl bir şehir olduğunu, İnsanları bir anda nasıl da yuttuğunu zaman zaman hale gittiğinde haldekilerden dinlemiş, nadir de olsa şahit olduğu zamanlar olmuştu.
Ali Rıza o akşam da işten evine yorgun dönmüştü. Her akşam yorgun ve bitkin geliyordu zaten. İş yerine belediye otobüsü ile bir, bir buçuk saatlik yolculuk yapmanın mücadelesini verirken, otobüslerdeki itiş kakış savaşından sonra pestili çıkmış bir vaziyette mesaiye başlıyor, yine aynı zorluklarla evine dönüyordu. Ancak, o akşam her zamankinden daha fazla yorgun ve morali bozuk bir şekilde evine gelmişti. Murat’ın yapamadığı matematik sorularını babasına gösterince elinin tersiyle iterek azarlamıştı. Babası ilk kez Murat’ı azarlıyordu. Murat, sessiz ve korkak bir şekilde babasının yanından ayrılarak yapamadığı matematik sorularıyla kendisi uğraşmaya başladı. Mahmut ise, babasıyla oynamak isterken, babasının ağabeyine kızdığını gördükten sonra, O da babasının yanına yaklaşmaktan vazgeçti. Uzaktan, uzaktan göz ucuyla babasını izliyor, ondan bir ışık bekliyordu.
Ali Rıza birden bire;
- Bıktım artık! Yeter be! Kendi işinizi kendiniz yapın. Uğraşın biraz, diyerek bağırmaya başladı.
Gülbahar, mutfakta Ali Rıza’ya akşam yemeğini yetiştirmeye çalışıyordu. Konuşulanları duyuyor, sofra hazırlama telaşından olanlara müdahale edemiyordu. Yalnız bugün çok kötü bir şeyin olduğunu tahmin edebiliyordu sadece. Kendi kendine hem yemek hazırlıyor, hem de başını sallıyordu.
Ali Rıza öfkeyle mutfağa doğru geldi ve karısına;
- Yemek daha hazır olmadı mı Gülbahar? dedi yüksek sesle. Allah aşkın! Bir akşam da şu sofra hazır olsun!
Gülbahar Ali Rıza’nın gözlerinin içine içine bakarken alçak sesle, ürkek ve sakin bir şekilde,
- Ali Rıza geliş vaktin belli olmuyor, ben hazırlıyorum yemek sofrada bekliyor, soğuyor. O zaman da yemekleri soğuk getiriyorsun, diyorsun. Her şeyi hazırladım iki dakkada hazır olur. Sen şöyle bir soluklan hele, dedi.
Ali Rıza daha da öfkelendi. Gülbahar, kendisine sanki kötü bir şey söylemişti. “Sen hele bir soluklan” demişti, “hele bir istirahat et, uzan içerdeki mindere” demeye getirmişti. Hem de sakin bir şekilde, yumuşak bir ses tonuyla söylemişti. Ali Rıza, günün hırsını karısından almaya kararlıydı bu akşam. Aldığı para yetmiyordu Her gün işe gidip gelirken belediye veya özel halk otobüslerinde sanki işkence görüyordu. Bu insan, karısına söylenmesin, oğluna söylenmesin de, tüm sıkıntılarını içine atıp verem mi olsundu. Herkesin derdi kendine yetiyordu. Onun için de Ali Rıza hırsını öfkesini bu zamana kadar biriktirdiklerini, hepsini bu akşam karısından çıkarmak istiyordu. Kesin kararlıydı. Bu akşam içinde ne var, ne yok, kusacaktı. “Siz kadın milleti değil misiniz, hepiniz öylesiniz işte hepiniz,” diye bağırdı. Ali Rıza’nın yüzü kıpkırmızı olmuş, bağırırken boğazının damarları şişmişti.
- Peki Ali Rıza peki, dedi Gülbahar. Hele sen bir otur. Şu yemeğimizi bir yiyelim, karnımızı bir doyuralım, ondan sonra konuşalım, dedi.
Gülbahar sakin olmaya çalışıyor, havayı yumuşatmak istiyordu. İstiyordu çünkü dünyada varı yoğu bir tek Ali Rıza’sıydı.
Onun bu hali, en az Ali Rıza kadar kendisini de çok üzüyordu.
- Murat’ın da dersi varmış ben yapamadım, dedi. Yavaşça ve kelimeleri ağzında yuvarlayarak...
Ali Rıza daha da sinirlendi;
- Sen anası değil misin? dedi. Üçüncü sınıfa giden bir çocuğun dersini yapamadın mı? Onunla da ben mi uğraşacağım? Zaten yorgunluktan, sıkıntıdan otobüslerde insanlarla bağrışmaktan, boğuşmaktan imanım gevremiş. Okuyup da ne olacak ha, okuyup da ne olacak? Bana mı okuyacaklar. Allah kahretsin! Nereden de geldik bu şehre, dedi. Kafasını ellerinin arasına aldı ve tırnaklarını saçlarının ta dibine kadar batırıyordu. Sinirden yüzü kıpkırmızı olmuştu.
Gülbahar, hem başını sallıyor, hem de yemek hazırlamaya devam ediyordu. Belli ki bu akşam bir şeyler olacaktı. “Ya sabır!” diyordu. Ali Rıza mutfaktan odaya gitti. Gülbahar da anasının evinden getirdiği büyük yuvarlak bakır bir tepsiye tabakları kaşıkları, ekmeği koydu.
- Murat oğlum, sofra bezini getir de seriver hele, diye Murat’a seslendi.
Murat, anasının dikiş makinesinin üstünde ders çalışıyordu. Hemen fırladı sofra bezini bulup odanın orta yerine serdi. Sofrayı da üstüne koydu. Bu arada Gülbahar mutfaktan yemekleri getirip tabaklara koyuyordu ki, Ali Rıza;
- Benim tabağıma koyma. Ben yemicem, dedi
Sanki biraz önce “yemek daha hazır olmadı mı?” diyen kendisi değildi de, bir başkasıydı. Gülbahar, bir Ali Rıza’nın yüzüne baktı, bir çocuklara.
- Gel hele, dedi. Birkaç lokma yiyiver. Biraz önce açım diyodun. Allah ne verdiyse hazırladım. Bugün de zaten pazara çıkamadım.
Ali Rıza sert bir şekilde;
- Yemiyorum Gülbahar, yemiyorum diye çıkıştı.
Gülbahar ısrarını sürdürüyordu.
- Çocuklar da doğru dürüst bir şey yemedi. Seninle birlikte onlar da karınlarını doyursunlar. İnadı bırak hadi gel, dedi.
Mahmut yavaşça babasının yanına geldi, masum, ürkek ve korkak bir şekilde;
- Babacığım sen yemezsen ben de yemem. Ben seninle yemek istiyorum, dedi.
Mahmut, babasının gözlerinin içine korkarak bakıyordu. Derin bir iç geçirdi. Ali Rıza oğlunun bu hareketine dayanamadı, ensesinden tutarak kendine çekti burunlarını birbirine tokuşturdu saçlarını okşadı, sonra da Mahmut ile birlikte sofraya çöküverdi. Mahmut da babasının hemen dizinin dibine oturdu.
Ali Rıza’nın siniri işte bu kadar. Kızar, öfkelenir ama kızgınlığı çocuklarına karşı uzun sürdüremezdi. Siniri saman alevi gibi parlar ve sönerdi.
O akşam sofralarında tarhana çorbası, birkaç günlük birikmiş kuru ekmeklerden yaptığı soğanlı papara ve ayran vardı. Papara da öyle güzel olmuştu ki, soğanları üzerinde ve nefis kokusuyla insanın ciğerlerine işleyen buharları hiç iştahı olmayan insanın bile iştahını açıyordu.
Yemeklerini yediler ve herkes sofradan kalktı. Gülbahar sofrayı toparlıyordu. Ali Rıza, Mahmut’a;
- Hadi bakalım, senin yatma vaktin gelmedi mi Mahmut efendi? diyerek Mahmut’u öptü ve sonra da Murat’tan yapamadığı sorusunu istedi.
- Getir bakalım yapamadığın sorunu? dedi.
Murat babasına defterini getirirken, annesi de mutfakta bulaşıkları yıkamaya başlamıştı bile. Gülbahar, Ali Rıza’nın Murat ile ders çalıştığını kapının aralığından görünce “herhalde sinirleri biraz yatıştı, sakinleşti” diye mırıldandı. Bulaşıkları yıkama işi bitince mutfağı düzenledi. Sildi süpürdü. Bu arada Murat’ın yapamadığı soruları da Ali Rıza bitirmişti. Gülbahar ocağa bir çay suyu koydu. Her akşam yemeklerini yedikten sonra karı-koca çay içmeden yatmazlardı. Çocuklar yataklarına gittiler. Gülbahar da mutfaktan çıkıp odaya geldi.
- Şu ev kadınlığı zor meslek vesselam. Yap et eyle, her tarafı temizle iki dakka sonra gene aynı, gene aynı. Çocuklu evde toplasan ne olacak, temizlesen ne olacak!
Ali Rıza;
- Ben bitirdim şimdi de sen mi başlıyorsun
- Yok be Ali’m. Bizimkisi laf ola beri gele işte! Biz söyleyip duruyoruz. Sen bize bakma. konuşuyoz işte.
- Onlar daha çocuk parasızlıktan, yokluktan ne anlarlar?
- Öyle değil işte Ali’m. Onlar çocuk, mocuk ama her şeyden anlıyorlar, her bir şeyi biliyorlar. Biliyorum sen bu akşam çok sinirlisin. Belli ki her zamankinden daha fazla yorulmuşsun bugün. Seni bu kadar rahatsız edenin ne olduğu belli. Bu İstanbul’da istediğimiz gibi geçinemiyoruz, bunu biliyoruz. Allah büyük. Her halde bizi de görecek. Bak çocuklar da çok üzüldü. Oysa, Murat seninle konuşmak istiyordu. Pazar günü geziye gideceklermiş. Sana geziye gidip gidemeyeceğini soracaktı. Çocukcağız hiçbir şey soramadan yattı. Biliyorum sen yorgunsun, sıkıntılısın ama onları da düşünmek gerek. Bana istediğin kadar bağar, istediğin kadar söylen ama o çocukların yanında yapma ne olur. Onlar çok üzülüyor. Bak Ali’m. Ne yapalım İstanbul bizim düşlediğimiz İstanbul değilmiş. Biz yanlış tanımışız İstanbul’u. Bize yanlış anlatmışlar. Oldu bir kere, geldik. Geri gidemeyiz. Buraya geleli daha ne oldu ki. İki yıl bile olmadı. Oysa buralara gelmeden önce neler düşlüyorduk. Sen demez miydin hep, “Ah Gülbahar, bir İstanbul’a gidelim, bak gör sen o zaman” diye. Demez miydin he!? “oraların taşı toprağı altın” demez miydin? Taşı toprağı altın değilmiş ne yapalım. Öldürelim mi kendimizi. Yalnız biz miyiz şu koskoca şehirde? Yalnız sen misin buranın tüm sıkıntılarını çeken. Daha bu sabah karşı komşumuz Nazlı Hanım anlattı. Şu bizim Nazlı. Kocasının doğru dürüst hem işi yokmuş, hem de bulduğu üç kuruşu har vurup harman savuruyormuş. Bu yüzden kendisi de artık alışmış o da babasından kalan üç beş kuruş aylıkla kendi bildiği gibi yaşıyormuş. Her akşam kavga ediyorlarmış ama, buna hiç mi hiç aldırış etmiyormuş. Peki biz de mi öyle yapalım. Hoş benim babamdan kalan ne maaşım ne de malım mülkün var. Senin ise Allah’a şükür, içkin yok kumarın yok. Aldığın para az geliyormuş. Ne yapalım. Biliyorsun, benim elinden de dikiş-nakış işi geliyor. Hem dikiş makinemiz de var. Ben de mahallede dikiş dikerim. Bu hayat bizim Ali’m, bu çocuklar bizim. Sonra biz İstanbul’a bir şeyler sahibi olmaya geldik. Çocuklarımıza iyi bir gelecek hazırlamayacak mıydık? Sen bana omuz vereceksin. Yoksa el aleme karşı ne yüzle bakarız. El milletinin ağzı torba değil ki büzesin. Bir şey duysalar bire bin katarak el aleme yayıyorlar.
Gülbahar’ın bu konuşmasından sonra Ali Rıza’nın sinirleri daha da sakinleşmişti. Öyle ya İstanbul’a el aleme karşı rezil olmak için mi gelmişlerdi. Kendilerinden daha beter insanlar da vardı çevresinde. Hele odacı Kazım Amca dört çocukla aldığı üç kuruş parayla nasıl geçiniyorlardı sanki?
Oysa Kazım amcanın yüzünden hiç mi hiç tebessüm eksik olmuyordu. Ne zaman görseler güler yüzlüydü. Elli, elli beş yaşlarında orta boylu, kır saçlı esmer buruşuk yüzlü bir hayat adamıydı Kazım amca. Sağ yanağında çocukluktan kalma hafif bir bıçak yarası izi vardı. Onun hikayesi de ayrı tabi. Yaranın hikayesini bilmeyenler Kazım amcaya “yüzündeki yara nasıl oldu?” diye sorduklarında “Onu bana hiç hatırlatmayın. Zaten her sabah aynaya baktığımda bana, o unutmak isteyip de bir türlü unutamadığım olayı her sabah bizim banyonun aynası hatırlatmıyor mu deli oluyorum.” derdi.
Kazım amca bir şirkette odacılık yapıyordu. Ayda eline geçen para ile pek de idare ediyor sayılmazdı. Öylen yemeklerini çalıştığı şirketten yiyor, yol parasını da şirket karşılıyordu. Öyle olunca da kimselere muhtaç olmamaya çalışıyordu. Vakti zamanında bir gecekondu yaptırmış, her yıl ufak tefek tamirlerle bugüne getirmişti gecekondusunu. Evden yana da dertliydi Kazım amca. “Ev bizi bırakacak ama bir türlü biz onu bırakamıyoruz,” diyordu. Her yıl bir tarafından tuttuk da öyle, böyle bugünlere geldik işte,” diyordu.
Kazım amca sabah saat altıda işyerini açıyor, temizliğini yapıyor, çayı kaynatıyor, memurlar gelene kadar işlerini bitirmiş oluyordu. Mesai başlayınca da “Kazım amca şu dosyayı bana getir, Kazım amca şu evrakları Müdür Beye götür,” diyorlardı ve akşam saat dört, dört buçuk gibi mesaisi bitiyor sonra da başka işler yapıyordu. Mahmutpaşa’dan bir esnafla anlaşmış, kadın erkek eşofmanları, çoraplar, ufak tefek çeyizlikler hatta bayan erkek iç çamaşırları satıyordu.
Gülbahar, Kazım amcanın iş çıkışlarından sonra da başka işler yaptığını Kazım amcanın karısından öğrenmişti ki, kendisini sessiz sedasız dinleyen kocasına;
- He mi Ali Rıza? dedi. Sen de Kazım amca gibi yapamaz mısın?
Ali Rıza Gülbahar’ın ne demek istediğini tam anlamamış olmalı ki;
- Kazım amca ne yapıyormuş ki? dedi.
- Akşam iş çıkışlarında, Mahmutpaşa denilen bi yerden aldığı öteberileri satıyormuş. Bayan, erkek, çocuk eşofmanları, çorap mendil filan. Hem de iyi para kazanıyormuş. Sabah olunca istersen Kazım amca ile bir görüşsen he, nasıl olur?
- Olur mu hiç öyle şey Gülbahar? dedi Ali Rıza. Biraz da Gülbahar’a kızarak.
- Niye olmayacakmış ki, dedi Gülbahar. Hem şunun şurasında komşu değil miyiz? Sonra komşulukları da iyi. Cana yakın insanlar. Sen bir konuşursun. Sana bi yol gösterir. Hem Kazım amca yol yordam görmüş insandır, dedi.
Bu arada çay da olmuştu. Çayın kaynama sesleri geliyordu.
- Dur hele çay da oldu galiba. Ben çayı koyarken sen de bir düşün hele.
Gülbahar, mutfağa çay koymaya gitti. Ali Rıza büyük bir şaşkınlık içerisinde kalmıştı. Gülbahar haksız da değildi hani. Ne var yani elli beşini geçmiş bu insan ailesi için ikinci bir iş yapıyordu da, kendisi niçin yapmayacaktı ki! Varsın memur olsundu. Ne olmuş memur olmuşsa. Devlet, memurunu doyuramıyorsa suç Ali Rıza’nın mıydı? Kim kime durup dururken, “al arkadaş şu parayı da çoluk çocuğuna harca” diyordu. Demiyorlardı tabi. O halde Kazım amca ile konuşmanın ne gibi bir sakıncası vardı ki? Gülbahar, iki bardak kan kırmızı demli çayı getirdi. Ortadaki sehpanın üstüne koydu.
- Benim dediğimi yabana atma Ali Rıza, dedi Gülbahar. Bu arada ben de komşulara söyler, onlara ucuz elbiseler dikerim. Varsın ucuz olsun, önce alışırlar, daha sonra da diktiklerimi beğenirlerse bu sefer kendileri gelirler, diyordu Ali Rıza’ya.
Karı koca arasındaki konuşma küçük oğlu Mahmut’un ağlamasıyla kesildi ve Gülbahar hemen yerinden fırladı. Mahmut’un yatağına koştu. Mahmut kan ter içinde kalmıştı. Hemen iç çamaşırlarını değiştirdi, çişini yaptırdı, sonra da tekrar yerine yatırdı. Ali Rıza’nın yanına geldi.
- Ali Rıza, dedi. Çocuk, konuşmalarımızdan çok etkilenmiş galiba. Kan ter içinde kalmış. Uyuyamıyor baksana, dedi.
- Haydi buyur bakalım. Bunun kabahatlisi de ben oldum. Bu işi sen de biraz fazla büyütmedin mi?
Gülbahar “olabilir tabi, olabilir ama bu zamana kadar hiç böyle bir şey olmamıştı ki. İlk defa böyle ağlayarak uyandı yavrum” derken, Ali Rıza sanki Gülbahar’ı dinlemiyor gibiydi. Ali Rıza’nın gözü duvardaki saate ilişti ve Gülbahar’a;
- Ohoo! dedi. Vakit de bir hayli geç olmuş. Saat biri geçiyor. Bu gidişle sabah kalkamayacağız. “Hele şu pijamalarımı da ver” dedi Ali Rıza.
Ali Rıza’nın kendisinin anlattıklarını dinlemediğini gören Gülbahar “ben sana ne anlatıyorum ki” der gibi kafasını yavaşça her iki yana sallayarak kalktı, pijamaları getirdi. Kafasında umut ve umutsuzluk düşleri yıldırım hızıyla geliyor ve aynı hızla da geri gidiyordu. Gülbahar da geceliğini giydi ve odanın ışığını kapatıp yattılar.
Çocuklarla aynı odada yatıyorlardı. Başkaca bir tane de misafir odası dedikleri odaları vardı. “Sen benim anlattıklarımı yabana atmayacaksın değil mi Ali Rıza,” dedi çekinerek ve yavaşça. Gülbahar’a sırtı dönük ve yorganı iyice kafasına çeken Ali Rıza, “yeter artık fazla uzatma” dercesine;
- Bir düşünelim bakalım. Hele bir yarın ola hayır ola, dedi ve yorganı daha da kafasına doğru çekti ve iyice yorganın içine girdi. Ali Rıza, yorganın altında beyninde kendince çözülemeyecek kadar karışık sorunlarla birlikte uyumanın yollarını arıyordu.
Yarın bir başka gün ve bir başka umudun ve umutların başlangıcı olacaktı. Gülbahar ve Ali Rıza için başka şansları görünmüyordu. Ne Ali Rıza, ne de Gülbahar köye dönmeyi asla düşünmüyorlardı.
Gülbahar gerçekten haklıydı. Kazım amca, ailesini geçindirmek için iki işi bir arada yürütmeye çalışırken neden Ali Rıza bunu yapmasın? Kazım amcadan neyi eksik. Bırak eksikliği, fazlası bile vardı Ali Rıza’sının. Her şeyden önce gençliği vardı Kazım amcaya göre, okumuşluğu vardı. O memurdu, hem de iyi bir memur. Ama geçinemiyorlardı işte. Memurluk karın doyurmuyordu bu zamanda. Babasının hali-vakti yerindeydi ama o devlet kapısını istemişti hep. Bir de İstanbul’u.
Kıvranıyordu yatağın içinde. Bir o yana bir diğer yana dönüyordu. Bir ara yatağın içinde oturdu. Ayın ışığı perdeden de içeri sızmış sanki güneşin aydınlattığı gibi odanın içini aydınlatmıştı. Etrafı seyretmeye başladı. Çay bardakları odanın ortasında öylece duruyor, çocukların üstü açılmış, Mahmut’un bir ayağı abisi Murat’ın karnının üstüne uzanmıştı. Kalktı çocukların üstünü örttü çay bardaklarını mutfağa götürdü ve tekrar yattı.
Sabah saatin zilinin çalmasıyla Gülbahar yatağından fırladı. Ortalık aydınlanmıştı. Doğru mutfağa gitti ve ocağın altını yaktı.
Gülbahar’ın yüzü sabah mahmurluğu olmasına rağmen mutlu görünüyordu. Kim bilir ne hayaller kuruyordu. Belki de rüyasına bile girmişti dün akşamki konuştukları. Onun dikiş makinesi de vardı nasıl olsa. Dikiş dikmesini de biliyordu ya... hele bir Ali Rıza’sı Kazım amcayla bir konuşsun. Bu arada çayı demledi ve Ali Rıza’yı uyandırmaya gitti. Yavaşça omzuna dokunarak;
- Ali Rıza hadi kalk. Saat yediye geliyor otobüsünü kaçıracaksın, dedi Gülbahar
Ali Rıza gözlerini ovuşturarak uyanmaya çalışıyordu.
- Allah, Allah! Ne çabuk da sabah oldu! Az önce yatmadık mı Gülbahar?
- Az önce dediğin, kaç saat oldu Ali Rıza, dedi Gülbahar.
Ali Rıza yataktan fırladı, apar topar üstünü giydi. Kurulmuş sofranın başına oturdu. Kahvaltıda küçük bir melamin tabağın içine konmuş çökelek, ekmek ve çay vardı. Bir bardak çay, biraz çökelek, iki dilim ekmek yedikten sonra sofradan kalktı ve;
- Allahaısmarladık Gülbahar, dedi. Dua et benim için
- Bizim için Ali’m, bizim için dua ediyorum, dedi Gülbahar.
O sabahın akşamından büyük umutlar bekleyerek uğurladı Ali Rıza’yı işine. “İnşallah hayırlısı olur!” diyordu Gülbahar. “İnşallah hayırlısı olur!”
Ali Rıza işe geldiğinde hem uykusuz, hem de dalgındı. Akşamki ruh halinin karışıklığı aynen işine de yansımıştı. “Kazım amcaya gitmesi doğru olur muydu acaba? Acaba, Kazım amcanın yaptığı işi yapabilir miydi? Karı sözüne uyup yanlış mı yapıyordu yoksa?” gibi düşünceler kafasına gelip, gelip gidiyordu. Başka çaresi de yoktu. Geçinemiyorlardı. Oysa masraflar her geçen gün daha da artarak önüne geçilmez bir şekilde devam ediyordu.
Kazım amca Bakırköy’de İstanbul Caddesi üzerinde Sosyal Sigortalar Kurumu, Yenimahalle doğum Evi’nin hemen karşısında bulunan binalardan birinde çalışıyordu. Belediye ile arası yürüme on dakika ancak tutuyordu. Gülbahar’ın söyledikleri hiç tartışmasız doğruydu. Kadın da kendi kendine evde bir şeyler yapmak için çırpınıyordu ama o kadar oluyordu işte. Hem Ali Rıza’nın işini aksatmayacak, hem de ellerine üç beş kuruş ek gelir getirecek bir iş yapmaktan başka çaresi de yoktu. Bu da ancak Kazım amcanın yaptığı işler gibi işlerden başka ne olabilirdi ki. Geçinemiyorlardı. Çocuklarının okul ihtiyaçlarının karşılanamaması bir yana, daha doğru dürüst çocuklarına harçlık bile veremiyordu. Bunun için de, bugün olumlu ya da olumsuz bir sonuca varmalıydı.
Ali Rıza hemen öyle yemek tatilinde akşamı bile beklemeden Kazım amcanın çalıştığı yere gitti. Binanın kapısının önünde bekleyen genç bir adama Kazım amcayı i sordu.
- Birader, dedi baksana bi dakka. Genç adam;
- Buyur abi!..
- Kazım amcayı arıyorum, burada çalışıyormuş da...
Genç adam yumuşak bir ses tonu ile
- Haa! Dedi. Bizim Kazım baba olmasın bu?
- Hani yüzünde yara izi olan
- Evet, evet ta kendisi…
- Biraz önce buradan aşağıya gitti. Yemeğe gitmiş olabilir. Onlar hemen aşağıda, sağdaki köşe başındaki lokantada yemeklerini yiyorlar, dedi.
Ali Rıza, delikanlının tarif ettiği lokantaya gitti. Kapıdan içeri girdiklerinde Kazım amca ve birkaç arkadaşı salonun solunda en köşedeki masada yemek yiyorlardı. Kazım amca, Ali Rıza’yı görünce tebessümle bir selam verdi. Ali Rıza Kazım amcanın selamını aldı ve masaya doğru gitti.
- Afiyet olsun, Kazım amca, dedi.
- Ooo! Ali Rıza Bey buyurun, buyurun birlikte yiyelim
- Sağ ol Kazım amca, dedi Ali Rıza. Seninle biraz konuşmak istiyordum, tam yemek vakti de rahatsız ettim. Özür dilerim.
Kazım amca şaşırmıştı. Hiç böyle bir şey beklemiyordu. Evet mahalleden tanışıyorlardı. Arada bir durakta da karşılaştıkları oluyordu ama “merhaba”nın dışında bir yakınlıkları olmamıştı Ali Rıza ile. Mahallede her ikisinin de eşleri birbirlerine gidip gelseler bile, onların pek de yakınlıkları olmamıştı.
- Konuşuruz elbet, konuşuruz Ali Rıza Bey, dedi. Hele buyur da bir şeyler yiyelim. yemeğimizi yedikten sonra da konuşuruz.
- Teşekkür ederim Kazım amca karnım tok. O zaman siz yemeğinizi yiyin ben sizin orada beklesem olur mu? dedi.
- Tabi olur. Ama bir şeyler yeseydiniz daha iyi olurdu. Bari bir gazoz içseydiniz, diye ısrar etti.
Ali Rıza teşekkür ederek, Kazım amcanın yanından ayrıldı ve ağır, ağır yürüyerek Kazım amcanın çalıştığı işyerine doğru gitti.
Kazım amca gerçekten merak etmişti. Ne konuşabilirdi ki?
Ali Rıza lokantadan ayrıldıktan sonra, Kazım amca yarım yamalak yemeğini yiyip arkadaşlarından izin aldı. Lokantadan çıktı. İşyerinin önüne geldi. O sırada, Ali Rıza da kapının önünde bekliyordu.
- Hayrola, dedi Ali Rıza Bey hır mı, hayır mı?
Ali Rıza, biraz telaşlı ve heyecanlıydı.
- Hayır, hayır Kazım amca dedi. Bizim hırnan, mırnan işimiz olmaz, bunu bilmez misin? dedi. Sonra da anlatmak istediklerini bir çırpıda anlatmaya başladı.
- Bak Kazım amca. Biz iyi kötü birbirimizi bir-iki yıldır tanıyoruz. Sizlerle iki yıla yakın zamandır komşuluk ediyoruz. Benim, eşimin, ailemin nasıl olduğumuzu az çok sen biliyorsun, dedi.
Bu arada Kazım amca iyice merak etmeye başladı.
- Pekala ama Ali Rıza Bey, bunları niçin söylüyorsun ki? Kısadan anlat da kendini de yorma. Ben de meraklanmayayım. Bayağı meraklandım doğrusu, dedi.
- Demem şu ki Kazım amca, dün akşam Gülbahar ile oturduk uzun uzun konuştuk. Hayat şartları oldukça zor. İki çocuk okula gidiyor ve aldığım maaş ay ortasına bile zor getiriyor bizi. Sonrası ise sıkıntı, huzursuzluk, belirsizlik içinde git, gel. Biliyoruz bu iş böyle gitmeyecek, gidemeyecek. İki şık var. Ya ben tekrar babamın köyüne döneceğim ki, bu çok zor bir ihtimal gibi görünüyor, yada başka işler yapmak zorunda kalacağım. Bizim hanım bana senin ek iş yaptığını söyledi. Onun için senin bu konuda bana yardımcı olmanı isteyecektim.
- Hay Allah iyiliğini versin Ali Rıza Bey, dedi. Bundan kolay ne var. Elbette yardımcı oluruz. Elbette... Lafı uzatıp, uzatıp da beni merakta koman bundan mıydı Allah aşkına? Size yardımcı olmayalım da, kime olalım azizim. Elimizden geleni yaparız. Hay Allah! Düşündüğün şeye bak. Ben de daha başka önemli şeyler söyleyeceksin sanmıştım da korkmuştum. Hay Allah iyiliğini versin! Dert etme bunları sen. Sen yeter ki bir şeyler yapmak iste, yeter ki, adam gibi işlerin peşinden koş Ali Rıza Bey. Sana destek çıkan bulunur bu İstanbul’da. Gönlünü ferah tut. Akşam iş çıkışında bana uğra birlikte benim mal aldığım toptancıya gidelim. Bir konuşalım bakalım neler ayarlayabileceğiz. Ben akşam dörtte çıkıyorum, sen dörtte çıkabilir misin? İşten kaçta çıkıyorsun? dedi.
- Beş buçukta, dedi Ali Rıza. Ama olsun bugün için izin alabilirim.
- Peki öyleyse, akşam buluşalım, dedi Kazım amca. Eğer vaktin varsa yemeğimizi yemedin bari birer çay içelim, dedi. O işi halledebiliriz. Meraklanma, halledebiliriz.
- Teşekkür ederim Kazım amca. Ben gideyim. Söz, çayını içmeye de gelecem.
Ali Rıza, hem çocuk gibi sevinmiş, hem de tedirgin olmuştu. Bir anda kafasında oluşan “acaba”ları, nasıl halledeceğinin derdine düştü birden bire. Devlet memuru Ali Rıza Bey ilk kez işportacı Ali Rıza olacaktı. İlk kez elinde poşetlerle hem ev ev dolaşacak satış yapacaktı. Az da olsa gelecekleri ile ilgili içinde bir umut ışığı belirmişti. Gülbahar’a da söz vermişti. Üstesinden gelecekti bu işin. Bu düşüncelerle Kazım amcaya teşekkür ederek oradan ayrıldı. İşe geldiğinde farklı bir Ali Rıza olmuştu. Umut doluydu. Mutluydu. Öyle ya, kolay mı akşamları ve hafta sonları birkaç saat çalışarak belki de aldığı maaş kadar para kazanacağını düşlüyordu. Hiç olmazsa sıkıntılarının bir kısmından belki de büyük bir kısmından kurtulacaklardı. Kendisi yorulacaktı ama paraları olacaktı. Evine eli kolu dolu olarak dönecek, karısı Gülbahar’a elbise alacak, artık çocuklarının harçlık ve okul masrafları gibi isteklerini de geri çevirmeyecekti. Bu zamana kadar yaptığı üç kuruşun hesabını da yapmayacaktı. Ali Rıza onlar için çalışıyordu. Eşi ve çocukları için. Allah kahretsin bu yokluk bu parasızlık insana her şeyi yaptırıyordu. Bu arada; “Ali Rıza Bey” diye bir ses Ali Rıza’yı bu düş dünyasından koparıverdi.
- Ali Rıza Bey şu evrakların fişleri kesilecek, akşama yetiştirilmesi gerek diyordu, Şefi Mücella Hanım.
Ali Rıza;
- Olur efendim, dedi hemen keserim.
Heyecanlı ve aceleciydi. Oysa ortada daha henüz hiçbir şey yoktu. Malları alıp alamayacakları da belli bile değildi. Kazım amca “benim mal aldığım tüccardan alabiliriz” demişti. “Alırız” bile dememişti. Bu Ali Rıza’nın umutlanmasına yetmişti bile. Şefin elindeki fatura ve diğer makbuzları aldı, “hemen başlarım”, dedi. Gözleri parlıyordu. “sizden de izin isteyecektim” diyecek oldu diyemedi. Demek için hamle yaptı ama olmadı “önce verilen işleri bitirmeliyim” dedi, kendi kendine.
Ali Rıza’nın şefi Mücella Hanım kırk, kırk beş yaşlarında orta boylu, bakımlı sarışın, yeşil gözlü bir bayandı. Disiplinli, prosedüre uymayı kendine ilke edinmiş ciddi bir iş kadınıydı. İşinde gösterdiği hassasiyeti aynı zamanda personeline de gösterir, onların özel sorunlarıyla dahi ilgilenirdi.
Ali Rıza’nın heyecanını fark etmiş, bir şeylerin olduğunu sezmişti.
- Hayrola Ali Rıza Bey, dedi. Bugün öğleden sonra sizde bir değişiklik seziyorum. Yanılıyor muyum?
- Ne gibi Mücella Hanım, dedi Ali Rıza.
- Hadi benden saklama! Ne gibi olacak, sabah yüzünden düşen bin parçaydı, şimdi de için içine sığmayacak gibi. Seni bu kadar birden bire böyle değiştiren sebep ne olabilir ki Ali Rıza Bey? dedi.
- Hayır, dedi Ali Rıza. Hayır yanılmıyorsunuz. Bir şeyler oldu ama şimdilik benden bunu anlatmamı istemeseniz iyi olur. Yarın daha etraflıca anlatırım efendim? dedi.
Mücella Hanım;
- Pekala öyle olsun bakalım, diyerek daha fazla üstelemedi.
Ali Rıza, Mücella Hanımın kendisiyle ilgilendiğini görünce fırsat bu fırsat diyerek izin meselesini de hemen aktardı.
- Sizden akşam dörtte izin isteyecektim, efendim dedi.
Mücella Hanım
- İzin mi isteyecektin?
- Evet. Bir yere gitmem gerek de! Benim için çok önemli. Bir görüşme yapacağım. Yarın size anlatacaklarımla ilgili, diye karşılık verdi.
Mücella Hanım düşündü, “Olmaz! Elindeki işlerini bugün bitirmen gerek” diyecek gibi olduysa da;
- Peki dedi. Bakarız. Hele siz şunları bir bitirmeğe çalışın. Saat dört olunca düşünürüz. Bana dörtte hatırlatırsınız dedi.
Ali Rıza teşekkür ederek masasının üstündeki işleri yapmaya koyuldu. Gözü hiç kimseyi görmüyor, kulakları hiçbir şey duymuyordu. Tüm dikkatini işine vermiş bir an önce elindekileri bitirmek istiyordu. Arada bir kolundaki saatine bakıyor, sonra da tekrar işine koyuluyordu. Dayanamadı kolundaki saatini çıkardı masanın üstüne tam da karşısına koydu. Bir ara gözü karşısındaki saatine takıldı. Saat dördü gösteriyordu. Elindeki işlerinin tamamını bitirememişti. Mücella Hanımın odasına gitti.
- Mücella Hanım fişleri kestim. Geriye sadece toplamları alıp icmal yapmak kaldı, dedi. Saat dört oldu da... ben gidebilir miyim efendim?
- Mücella hanım
- Pekala Ali Rıza Bey, gidebilirsiniz. Geri kalanını ben hallederim. Evrakların masanın üzerinde kalsın lütfen.
Ali Rıza evrakları masasının üstüne koydu ve alelacele tuvalete gitti, ellerini yıkadı, defterini de imzaladıktan sonra;
- İyi akşamlar Mücella Hanım, dedi. Yarın erken gelmeye çalışırım. Bugünkünü telafi ederim.
Mücella Hanım Ali Rıza’nın arkasından hiçbir şey demeden tebessümle öylece baktı.
Ali Rıza, belediyenin merdivenlerini birer ikişer atlayarak iniyordu. Kazım amcayı da bekletmek istemiyordu. Kafasının karışıklığı devam eder bir vaziyette. Yarı şaka, yarı ciddi; ileride patron olma hayali ve heyecanıyla, ya başaramazsam rezil olurum, karamsarlığı arasında beyin jimnastiği yaparak Bakırköy Özgürlük Meydanı’ndan İstanbul Caddesi’ne doğru kalabalığın arasından hızlı, hızlı yürüyordu. İnsanlara her çarpışında “pardon. Affedersiniz, özür dilerim” diyordu. “Acelem var da... bir yere yetişmem gerekiyordu da...” diyordu. Kazım amcanın çalıştığı binanın önüne geldiğinde Kazım amca da kendisini kapının önünde bekliyordu.
Ali Rıza;
- Geç kalmadım ya Kazım amca, dedi
- Yok canım, ben de şimdi inmiştim, diye karşılık verdi.
Kazım amca;
- Trenle gidiyoruz. Buradan Sultanhamam’a en iyi trenle gideriz. Sirkeci yaparız, oradan da Sultanhamam’a yürürüz. Zaten Sirkeci istasyonu ile Mahmutpaşa arasında fazla bir mesafe yok.
- Peki, dedi Ali Rıza. Sen bilirsin Kazım amca.
Kazım amca ile Ali Rıza, Yenimahalle SSK Doğum Hastanesi’nin içinden Yeni Mahalle Tren İstasyonu’na doğru yürümeye başladılar.
Yolda Kazım amca Ali Rıza’ya işportacılıkta edindiği tecrübeleri Ali Rıza’ya aktarmaya çalışıyordu. İşin görüldüğü gibi kolay olmadığını, uyanık olunması gerektiğini iyice tembih ediyordu. Aksi halde işin içinden çıkamazsın, diyordu.
- Bakın Ali Rıza Bey, dedi babacan bir tavırla. Şimdi yanına gideceğimiz kişi benim çok eskiden beri mal aldığım bir tüccar. Kendisi çok eski bir İstanbullu. Hani gerçek İstanbul Beyefendisi derler ya, işte onlardan biri. Gerçekten çok dürüst bir adam. Onca zaman kendisinden mal alırık, bir günden bir güne bana kazık attığını hatırlamam. Öyle zaman olmuştur ki, aldığım malların hesabını ben yapıp kendisine bırakıp gitmişimdir. Hesaplarımda benim aleyhime yaptığım bir yanlışlığı dahi bulup bana haber vermiştir. Böyle dürüst bir insan. Dedim ya İstanbul Beyefendisi. Hani biliyor musun eskiler boşuna dememişler “Asil azmaz, çamur tozmaz” diye. Bunlar asil adamlar neme lazım. Benim asıl zorlandığım, korktuğum şey nedir biliyor musun?
- Yoo, bilmiyorum! dedi, Ali Rıza,
- Benim asıl korktuğum şey şu. Biz satışlarımızı genellikle taksitle yapıyoruz. Niye dersen, müşteriyi bize borçlu bırakıyoruz. Bir sonraki taksitini almaya gittiğimizde başka mallar satıyoruz, derken böyle, böyle sürüp gidiyor. Bunun için alacağın olduğu kişiye o ayın taksitini alamamışsan mal vermeyeceksin. Onu da küstürmeyeceksin ama bir şeyler bahane ederek borcunu ödemeden mal vermemeye bakacaksın. Yani kesinlikle iyi tanımadığın, bilmediğin insanlara taksitle satış yapmaman daha doğru olur. Önce tanıdık, bildiklerinle başlayacaksın sonra da onların sana tavsiye ettikleriyle bu işi devam ettireceksin. Mümkün oldukça mallarını sabit maaşlılara satmaya bakacaksın. Yani senin gibilerine. Onlardan bir ay alamazsan, ondan sonraki ay mutlaka alırsın. Onlar maaşlarını alır almaz bakkala manava olan borçlarını verirler. Sen de öyle yapmıyon mu?
- Doğru Valla! Maaşı alır almaz doğru borçlarımı vermeye gidiyorum. Doğru söze ne diyeyim ki?
- Ben bu işe ilk başladığım yıllarda, o kadar çok kaybettim ki, sorma gitsin. Niye dersen o zamanlar bizlere ne akıl veren, ne de yol gösterenimiz vardı. Her şeyi el yordamıyla yapıyorduk. Yani deneme yanılmayla. Bütün insanları kendimiz gibi bellemiş oluşumuzun, iyi niyetli oluşumuzun, çok ağır bedellerini ödedik, inan buna Ali Rıza Bey kardeşim. En sonunda da İstanbul gibi bir yerde iyi niyetli olunmayacağını öğrendim. Her yüze gülenin dost olmadığını öğrendim. Yoksa şimdilerde benim durumum bundan çok daha iyi olurdu. Paranın para olduğu zamanlarda ne paralar kaptırdım. O zaman, bu zaman adamlar ortalarda yok. İlk baktığında sen de görsen adam sanırsın. Meğer sahtekarın biri imiş puşt herif. O zamanlar beş yüz otuz bin lira iyi paraydı. Ben o paralarla şimdi adam gibi içinde oturacağım ev gibi bir evim olurdu. alabiliyordum. Neyse ben seni bizim düştüğümüz hatalara düşmeyesin diye bunları anlatıyorum Ali Rıza Bey, dedi Kazım amca.
Ali Rıza, Kazım amcayı dinliyor, arada sırada da anlattıklarının doğruluğunu kafasıyla tasdik ediyordu. “Haklısın, doğru valla Kazım amca” diyordu.
Yenimahalle tren istasyonunun merdivenlerini çıkarken Bakırköy’den hareket eden trenin düdük sesi duyuldu. Kazım amca.
- Hadi acele edelim tren geliyor, dedi.
Merdivenleri birer ikişer adım çıktılar biletçinin önünde duran bir yolcu biletini aldıktan sonra Kazım amca;
- İki bilet verir misin, dedi biletçiye.
Biletçi;
- Ne tarafa
- Sirkeci yönüne
İki tane Sirkeci yönüne biletini alan Kazım amca, turnikeden geçtikten sonra da trenin Yenimahalle istasyonuna girdi.
- İyi valla! Tam zamanında gelmişiz, dedi.
- Doğru diyorsun Kazım amca, hem de tam zamanında...
Tren kapılarını açtı inen yolcularla binen yolcular birbirlerini itiş, kakış inip binmeye çalışıyorlardı. “Acele etme be kardeşim, hele biz bir inelim. Korkma tren sizi almadan gitmez” diyordu yolcunun biri Ali Rıza’nın önünden aceleyle trene binmeye çalışan diğer yolcuya.
Trene bindiler, kapılar kapandı ve yine derinden, derinden öttürülen düdüğün ardından tren Sirkeci yönüne doğru hareket etti. Ali Rıza trene binerken, asıl kafasına takılan ve Kazım amcaya soramadığı bir şey vardı. Alacakları malın parasını nereden bulacaktı? Henüz elinde avucunda toplu bir parası da yoktu ki, acaba boşuna mı gidiyorlardı? Yoksa Kazım amcanın bir bildiği mi vardı da, hemen böyle palaspandras çıktı yola? Tren, Yenikapı’dan Kumkapı, Cankurtaran’a doğru giderken Ali Rıza hem düşünüyo, hem de pırıl pırıl bir günün içinden net bir şekilde görünen adaları ve Kadıköy’ü seyrediyordu. Kazım amca sanki Ali Rıza’nın içinden geçenleri okuyormuşçasına tren Cankurtaran istasyonuna yanaşırken,
- Ali Rıza Bey kardeşim, dedi. Şimdi gittiğimiz yerden malı ben kendi adıma alacağım. Benim orada nasıl olsa hesabım var. Benim hesabıma yazar. Daha sonra sen de sattıkça benim hesabıma buraya getirir verirsin. İleride bu adamlar seni, sen de bunları iyicene tanıdıktan sonra malları kendin gelir alırsın. Hiç olmazsa elinde toplu paran olmuş olur, dedi.
Ali Rıza, içinden geçenleri saklayamadı.
- Kazım amca, dedi inan ki, içimden geçenleri okudun. Ben de şimdi alacağımız malları ne ile öder, nasıl işin içinden çıkarım, diye düşünüyordum.
Kazım amca eski İstanbullu olmanın verdiği olgunlukla;
- Biz ömrümüzü İstanbul kaldırımlarında her çeşit insanla karşılaşarak geçirdik Ali Rıza Bey kardeşim, dedi. Eğer ben bir şeye başlayacaksam o işi enine boyuna düşünürüm. Bu zamana kadar yediğimiz onca kazıktan sonra hayat bize böyle yapmamızı öğretti. Hem, iyi kötü insanın halinden de anlamaya başladık. Kaldı ki, biz seninle her şeyden önce komşuyuz. Ali Rıza Bey, dedi. Seninle iki erkek olarak fazla bir hukukumuz yok ama, evde hanımlar, mahallede olup biteni öyle bir anlatıyorlar ki, kim kimdir, kim nedir hepsini akşam eve geldiğimizde öğreniyoruz. Sizin evde de konuşulmuyor mu?
- Doğru söylüyorsun Kazım amca. Yoksa senin bu işi yaptığını nereden bilebilirdim ki.
- Ya gördün mü? Ayrıca, yine de insanın dışı,654 içini yansıtıyor biliyor musun? Sonra yıllardır biz bu İstanbul piyasasının içindeyiz. Gerek işçi olarak gerek de böyle yarım yamalak esnaf olarak. Sonra komşuluk öyle kolay bi şey mi sanki? Sonra birini tanımak için bazen ufak tefek riskler almak da gerekiyor. Ne olur ki, sen bana atsan, atsan en fazla bir kere kazık atarsın. Ona da şerbetliyiz zaten. Daha sonra da bir daha ne yüzüme bakabilirsin, ne de senin için iyi olur. Senin gibi bir adam bunu da yapacağına göre, boş ver bunarı düşünme sen. Hem bu işi çok çabuk kıvırırsın, üstesinden çok çabuk gelirsin. Tahsilli adamsın Ali Rıza Bey, tahsilli adamsın sen, diyerek sırtını sıvazladı.
- Sağ ol Kazım amca. Bana gerçekten iyi moral veriyorsun. Bu işin üstesinden gelirim değil mi? Sen de Gülbahar’ım gibi benim bu işi kıvıracağıma gerçekten inanıyorsun değil mi?
- Ne diyorsun Ali Rıza Bey, sen hala bunları mı düşünüyorsun. Aşalım bunları aşalım. Bak göreceksin senin için her şey çok güzel olacak. Yalnızca biraz sebat gerek.
- Peki, dedi Ali Rıza. Neler alacağız Kazım amca. Ben ne tür çeşit gider, ne satılır, ne satılmaz onu dahi bilmiyorum, dedi.
- Dur bakalım. Daha işin başında bile değilsin. Şimdiden bunları düşünme bakalım. Hele gir bir şu işin içine. Her bir şeyi halledersin evvel Allah. Ben sana her bir şeyciğini anlatır, öğretirim, sen hiç merak etme, dedi.
Tren, son istasyon olan Sirkeci garına da gelmişti. Kazım Amca ile Ali Rıza yürüme, koşma arası bir şekilde diğer yolcularla birlikte gardan çıktılar. Kastel İş hanının yanından İkinci Şube Müdürlüğü ve Milli Piyango idaresinin önünden giderlerken Ali Rıza, kafasında ne kadar soru varsa Kazım Amcaya soruyordu. Kazım amcanın Ali Rıza’ya verdiği güven içini rahatlatmıştı. Kazım amca dilinin döndüğünce bildiklerini Ali Rıza’ya. “Şöyle olursa iyi olur, böyle olursa kötü olur” diye aktarıyordu.
Yeni Camii’nin arka tarafından Sultanhamam’a doğru ilerlediler. Ali
Rıza’nın kalp atışları yükselmeye başladı. İçindeki heyecanını bir türlü yok edemiyordu. Gerçekten yapabilecek miydi? Gülbahar’ına verdiği sözü yerine getirebilecek miydi? Ne olacaktı ki, Kazım amca de kendine yardımcı olacaktı zaten. Yapanlar anasının karnında mı bu işleri öğrenmişlerdi? diye içten içe kendi kendine moral veriyordu. Bu arada mağazanın kapısına geldiler.
- İşte bu mağaza, dedi Kazım amca.
Yeniden düş dünyasından uyanan Ali Rıza Sultanhamam’ın her zamanki kalabalık ortamından adeta şaşırmıştı. Bir yılı aşkın İstanbul’da olmasına rağmen bir kez bile Sultanhamam’a gelmemişti. Niçin gelsin ki? Evden işe, işten eve... yaşamı bu iki mekan arasında geçiyordu hep. Hafta sonları ise haftanın yorgunluğunu gidermek için öylene kadar uyuyor, öyleden sonra ise tamamen kendi iradesi ile kendisini televizyonun yönetimine bırakıyordu. Oysa, eskiden köydeyken, Ali Rıza’yı hafta sonları evde durdurmanın imkanı yoktu. O evde kalsa bile arkadaşları mutlaka evden gelip alırlardı. İstanbul’da ise mesai arkadaşlarının dışında zaten hiç arkadaşı yoktu. Mesai arkadaşları ile de yalnızca iş’te görüşüyor, onun dışında kimin nerede oturduklarını dahi bilmiyordu.
Karşılarındaki taş bina eski olmasına rağmen, bakımlı bir bina görünümündeydi. Pencereleri küçük, küçük oyma taşlarla yapılmış dar, dört katlı bir bina. Büyükçe bir kapıdan içeri girdiler, içi her çeşit kadın ve erkek giyim eşyaları ile dolu bir mağaza. Toptan yeri ayrı, perakende yeri ayrı. Kadın giyim yeri ayrı, erkek giyim yeri ayrı. Ali Rıza mağazanın içine girince şaşırıp kalmıştı. İnsanlar girip çıkıyorlar, vitrinleri seyrediyorlar, alış veriş yapıyorlar, tereklerinden malları indirtiyorlar, paket yaptırıyorlar. Para ödüyorlar. Kimileri malların bir kısmını beğenmiyor değiştirtiyorlar, özellikle bayan müşterilere mal beğendirmek oldukça zor görünüyor. Çünkü tezgahtarların suratlarından, gözlerinin içinden bayan müşterilerinden zorlandıkları beli oluyordu. Hanın çaycısı, terazisi dolu çay bardakları olduğu halde sallayarak “değmesin beyler, bayanlar yanarsınız valla. Yeni dem bunlar, taze bunlar” diyerek siparişlerini yetiştirmeye çalışıyordu. Bu arada bir bayan müşteri, tezgahtarlardan biriyle neredeyse gırtlak gırtlağa geliyordu. Kadın “bu mal hem anlattığınız kadar kaliteli değil, hem de çok pahalı ayol. Biz de iyi kötü maldan anlarız” diyordu. Tezgahtar satmaya çalıştığı malı müşteriye beğendirmeye, malın özelliklerini en ince detayına kadar anlatmaya çalışıyordu. Bu kargaşa içinde Ali Rıza, birden, Kazım amcanın, müşterilerle ilgilenen Yasa Beye “merhaba Yasa Bey” demesiyle seyrettiği manzaradan kendini alıkoydu.
- Merhaba Yasa Bey, biz geldik.
Yasa Bey orta yaşlı, başının ön kısmında saçları iyice seyrekleşmişti. Şakaklarında ve tepesinde kalan saçlarında ise beyazlıklar belirgin şekildeydi. Güler yüzlü cana yakın, elli beş, altmış yaşlarında Bir yetmiş, bir yetmiş beş boylarında mavi gözlü iyi giyimli genellikle yakın gözlüklerini ipiyle boynunda madalyon gibi asılı tutardı. Yakın gözlüklerinin üstünden Kazım amcaya doğru bakarak,
- Ooo! Merhaba Kazım Efendi! Hoş geldin hele, hoş geldin! Bu vakitsizce gelişini hangi rüzgara borçluyuz acaba?!... diyerek oturduğu yerden kalkıp, Kazım amcanın bulunduğu tarafa doğru gitti. Yakın gözlüklerini gözünden çıkarttı ve boynunda asılı bıraktı.
Yasa Beyin bu ilgisi Ali Rıza’nın yanında Kazım amcanın koltuklarını kabartmıştı. Biraz da kendine verilen bu değer karşısında keyiflenerek;
- Hoş bulduk Yasa Bey. Rahatsız olmayın Allah Aşkına canım. Biz şöyle bir uğrayalım dedik, dedi.
- Uğramak da ne demek Kazım efendi. Burası senin sayılır. Tabi ki uğrayacaksın, geleceksin. Çayını, kahveni içeceksin. Hele geçin şöyle içeriye doğru, bu akşam burası oldukça kalabalık, dedi.
Yasa Bey; Kazım Amca ve Ali Rıza’yı mağaza içindeki yazıhaneye aldı. “Nerelerdesin be Kazım efendi? Epeydir bizleri ihmal ettin biliyor musun? Seni cezalandırmak gerekir!” diyerek Kazım amcaya şaka ile karışık, uğramayışından dolayı sitem etti.
Yazıhane içerisinde en fazla beş kişinin oturabileceği, içinde dört beş tabure, Yasa Beyin masası, duvarın birinde çerçeveli bir şekilde Kur’an’dan bir ayet vardı. Yasa Beyin koltuğunun arka üst kısmında Atatürk’ün Kocatepe’deki eli çenesinde olan çerçeveli fotoğrafı bulunan küçük bir yazıhaneye girdiler. Yasa Bey arkasında bulunan zile bastı, az sonra on dört, on beş yaşlarındaki çırak geldi. Yasa Bey, Kazım amcaya dönerek;
- Eveet Kazım Efendi! Ne söyleyeyim size, ne içeriz? dedi.
- Anlaşılan bizi hemen göndermek istiyorsun herhalde, diye karşılık verdi Kazım amca. Arkasından da kahkahayı koparıverdi.
- Öyle şey mi olur canım. Hem sohbetimizi edelim, hem de bir şeyler içelim. Ağzım kurudu inan ki. Senin sayende ben de bir şeyler içme fırsatı bulurum, dedi. Kapıda bekleyen çırağa döndü,
- Oğlum, bize üç çay kap getir, dedi. Sonra da Kazım amcaya dönerek; yoksa başka şey içer miydiniz? dedi.
- Çay içelim Yasa Bey, dedi Kazım amca. Sonra da Ali Rıza Beye,
- Siz ne içersiniz Ali Rıza Bey? dedi.
- Ben de çay içeyim Kazım amca, diye yanıtladı.
- Tamam evladım hadi bize üç çay kap da getir, dedi çırağa yeniden.
Çırak başıyla “olur” işareti yaptıktan sonra kapıyı kapatarak dışarı çıktı.
Ali Rıza, Kazım Amcanın gözüne boş boş bakarken, Kazım Amca da Ali Rıza’ya bakıyordu. Yasa Bey, Kazım amcayla Ali Rıza Bey arasında geçen boş bakışmaları fark ederek;
- Hayrola Kazım Efendi.. Ne o öyle bakışıp duruyorsunuz? dedi.
Kazım amca toparlandı.
- Aslında bakındığımız falan yok Yasa Bey, dedi. Galiba biz biraz da ters zamanda geldik. Baksanıza kafanız da bir hayli kalabalık.
- İlahi Kazım Efendi, buraların durumunu bilmezmiş gibi konuşuyorsun. Seni duyanlar da ilk defa buralara geliyormuş zannedecek. Bilmez misin bizim her zamanki halimiz. İnsanlar gelir, gider. Mal alır gider, almaz gider. Burası Mahmutpaşa. Buralar her zaman kalabalık olur. Senelerdir biz bunlara alıştık. Sen, sende olanı anlat da, beni daha fazla merakta koyma, dedi.
- Yasa Bey, Ali Rıza Bey benim komşum. Bakırköy Belediyesi’nde memur olarak çalışıyor. Malum Devlet memurlarının aldıkları maaş belli. İki çocuk okulda. Ali Rıza Bey iş dışında arta kalan zamanını değerlendirmek istiyor. Bunun için bana geldi. Neler yapabileceğini sordu. Ben de kendisine benim yaptığım işi pekala yapabileceğini söyledim. Bu işin dışında başkaca bir şey bilemediğimden sana geldik, hepsi bu.
Yasa Bey düşünür gibi yaptı. çenesini avuçlarının arasında iyice sıkıştırdı. Bir Ali Rıza’ya baktı, bir Kazım Amcaya sonra da;
- Tabi Kazım Efendi, ne demek, dedi. Senin getirdiğin arkadaş bizim baş tacımızdır. Ne gerekiyorsa yapalım tabi.
Kazım Amca, bu jestten dolayı öylesine memnun oldu ki, Yasa Beye ne söyleyeceğini bilemiyordu. Biraz daha güvenle ve rahatlıkla Yasa Bey ile konuşabilirdi..
- Yasa Bey, Ali Rıza Bey ilk kez bu gibi işleri yapacak. Öyle fazla bir şey istemiyoruz. İlk etapta alışması, işi öğrenmesi için idare edebilecek mallar alsak, yeterlidir diyorum, ne dersin?
Ali Rıza da kızarma, terleme emareleri baş gösterdi. Bir şeyler söylemek istiyor ama Kazım amca konuşmasına fırsat vermiyordu. Bir ara Kazım amcaya “Her ne kadar kendi üzerine alacaksa da peşin olarak bile verecek parasının olmadığını” söyleyecek gibi olduysa da, Kazım amca hiç de Ali Rıza’yı umursamadı. Ali Rıza işin sonunun nereye varacağını bekliyor, alınacak olan mallar karşısında şu kadar peşin isterim derlerse onun cevabını nasıl verebileceğini düşünüyordu. Cevabını verebilecek gibi de değildi ki, çünkü cebinde yol parasının dışında parası da yoktu. Kazım amca;
- Yasa Bey, dedi. Benim aldıklarımdan birer ikişer numune verseniz, diyorum hani. Zaman, zaman sattıkça, sattıkça parasını getirir. Bundan sonra beraber gelmeyebiliriz. Ali Rıza Bey tek başına gelir artık. Bunu da bilesiniz, dedi.
- Bakınız Aliciğim. Sana Ali mi, Rıza mı, Aliciğim mi diyeyim. Nasıl hitap etmemi istersin?
- Hangisini isterseniz onu söyleyin.
- Pekala kestirmeden Ali diyorum, dedi
- Nasıl isterseniz öyle olsun.
- İstanbul’un sefası da cefası da boldur. Her ikisini de yaşayan insanlar mevcuttur bu şehirde. Sizler gibi dürüst devlet memurları maalesef bu İstanbul’un cefasını, sıkıntısını çekmek zorundadır her nedense!Biliyorum, sizin gibi insanlar gururlu insanlar oluyor. Hani bir söz vardır ya “Her zaman kuyruğumu dik tutar, yine de durumumu kimseye bildirmem” diye öyle bir şey işte. Ama o kuyruk da bir yere kadar dik tutulabiliyor da ondan sonra da yavaş yavaş eğilmeye başlıyor. İşte o zaman işler de tersine dönmeye başlıyor demektir. Ayrıca sizin gibi insanlar çok fazla da bir şey istemiyor biliyor musunuz? Sizin gibi insanlar sabırlı oluyorlar, hedef belirliyorlar ve o hedeflere yavaş yavaş sabırla ilerliyorlar. Öncelikli hedeflerine vardıklarında daha değişik daha büyük hedefler seçiyorlar kendilerine. Belki bu hedeflerine kısa zamanda ulaşamıyorlar. Daha uzun zamanda varıyorlar ama öyle de olması gerekmez mi? Hop deyince bile hoplanamıyor ki. Ben bunca yıllık esnafım şunu bilir şunu söylerim. “Dürüst insanlar naylon ipliği gibidir. İncelir ama kopmaz.” Bazı aklı evveller, dürüst insanların sadece “dürüst” olduklarından dolayı onlarla alay ederler. Oysa ben hep alay edenlerin günün birinde kendileri ile alay edildiklerine şahit olmuşumdur. Dürüst ve azimle çalışanların uzun vadede hep kazanmışlardır. Belki çok paraları olmamıştır ama itibarları olmuştur. Hem de hiçbir paranın satın alamayacağı ibitarları. Asıl zenginlik bu işte. Ötesi boş, ötesi bir şekilde hallediliyor. Bizim gibiler devletin işine pek karışmazlar. Bizler kendi işimize bakarız. Bugün kaç paralık mal sattık, hangi çeşit mala ihtiyacımız var, biz ona bakarız. Devlet işlerini de bizlerin seçip Ankara’ya gönderdiğimiz insanlar düşünsünler. Öyle değil mi Kazım Efendi Allah Aşkına, haksız mıyım?
Kazım Amca sözü bir yerlere getirmek istiyor, bir an önce eğer alabileceklerse malları alıp gitmek istiyordu.
- Ya evet Yasa Bey, dedi. Haklasınız. Eğer devleti biz yönetecek olsaydık, burada değil, Ankara’da biz olurduk. Ankara’da değil de burada olduğumuza göre biz kendi işimize bakalım, onları da rahat bırakılım kendi işlerine baksınlar.
- Çaylar geldi. Ali Rıza hiçbir söze karışmıyor, sadece Kazım amca ile Yasa Beyin konuşmalarını dinliyordu. Canı da iyice daralmıştı. “Bakın Kazım Efendi” dedi Yasa Bey, “ben şimdi bizim çırağı çağırayım. Ona size verdiklerimizden bir-iki paket hazırlatayım. Size verdiklerimizden. Senin de dediğin gibi birer ikişer örnek veririz, dedi. Ali Rıza’ya dönerek, Ali Rıza Bey hele bir bunları satarsın, ondan sonrasını hallederiz” dedi. Eğer senin ayrıca istediğin bir şeyler varsa, onlar da bizim dükkanda varsa söylersin onları da koyarız, dedi.
Ali Rıza tam çayını ağzına götürecekti ki;
- Yoo! Hayır! Ben daha ne gider, ne gitmez bilemiyorum. Onun için benim istediğim bir şey yok Yasa Bey, dedi.
Ali Rıza; Yasa Beyin çırağa malları hazırlatmasını söylemesinin ardından parayı ödeme veya ödememe konusundaki bütün tereddütleri gitmişti. Anlaşılan bir hal çaresine konulacaktı. Durum onu gösteriyordu. Sarılmış malları geri koymayacaklardı ya. Ali Rıza da tedirginliğin yerini anlaşılamayan tatlı bir heyecan almıştı. Çayının son yudumunu da keyifle içti ve içinden “Hay Allah! sıkılmama da hiç gerek yokmuş. Bana zor gibi geldi ama yine de bu işi kolay hallediyoruz galiba. Bizim hiçbir yerde şansımız yaver gitmezdi ama nasıl oldu anlayamadım. Galiba bundan sonra Allah yürü ya kulum diyecekti herhalde” diyordu içinden.
Çırak, Yasa Beyin hazırlattığı siparişleri paketlemiş, iki büyük paketle içeri girdi.
- Kazım amcanınkilerden ikişer, üçer takım hazırladım usta, dedi çırak.
Yasa Bey, Ali Rıza’ya dönerek;
- Herhalde mallarını görmek istersin değil mi? dedi. Sonra da çırağa dönerek oğlum paketleri bantladın mı? dedi
Çırak;
- Evet usta. Hem bantladım hem de bağladım, dedi
- Hay Allah iyiliğini versin. İyi halt ettin. Ulan malı alacak olanlar mallarını görmeden bağlanır mı hiç? diye çırağı azarladı. Çırak, paketlere baktı sonrada Yasa Beye dönerek;
- Hemen açarım usta, dedi. Hemen açarım.
- Hadi bakalım. Aç da neler var, neler yok bir görelim kerata, dedi. Çırak, Yasa Beyin masasının üstünde duran makası kaptı, hemen düzgün bir şekilde yaptığı iki paketi de yine düzgün bir şekilde açarak, içindekileri ortalığa serdi. Daha önceden konuştukları gibi erkek kadın, çocuk, eşofmanlarının yanında, çorap, çeşitli triko kazakların bayan erkek olmak üzere değişik birkaç modelleri vardı. Kazım amca şöyle bir malları gözden geçirdi, elleriyle baktı kontrol ettikten sonra Ali Rıza’ya dönerek;
- Ali Rıza kardeşim beğendin mi he? dedi.
Ali Rıza Bey, henüz şoktan kurtulamamış bir şekilde; “Hıı!” dedi. Hala inanası gelmiyordu. Memur Ali Rıza, işportacı Ali Rıza da olacaktı. Öylece ortada duran mallara dalmış bakıyordu.
- Malları diyorum, malları... Nasıl buldunuz, beğendiniz mi? dedi. Kazım Efendi, Ali Rıza’nın dizini hafiften iteleyerek.
- Beğenmek mi? Elbette canım! Elbette! Mal kendini gösteriyor, dedi Ali Rıza.
Yasa Bey, Ali Rıza’ya dönerek;
- Bizim mallarımızdan sana şikayet gelmez. Bu konuda için rahat olsun. Ola ki bir şikayet geldi, müşteri beğenmedi, değiştirmek istedi. Hiç müşteri ile tartışma iade al. Ben senin iade mallarını değiştiririm meraklanma, dedi.
Kazım amca, Yasa Beyin sözünün ortasından girerek;
- Hay Allah sizden razı olsun, dedi yasa Beye. Bundan iyisi Malatya’da kayısı, derler. Öyle değil mi canım.
Gülüştüler, şakalaştılar...
- Eee! Yasa Bey günahımız netti günahımız, diyerek ortamın havasını birden bire değiştirdi. Yasa Bey çırağa döndü;
- Oğlum paketlediklerinin listesini de getirdin mi, dedi. Çırak, ceplerini karıştırdı. Arka cebinden listelerin yazılı olduğu kağıdı çıkardı ve Yasa Beye uzattı. Yasa Bey listeye, çırağın yazdığı listenin karşısındaki fiyatlara baktı. Sağ eliyle çenesini ovuşturdu. Göz ucuyla bir Kazım amcaya bir Ali Rıza Beye bakıyordu. Birden bire;
- Bu rakamlarda yanlışlık var galiba, dedi Yasa Bey. Yok, yok! Yanlış hesaplanmış. Burada fazlalık var, dedi. Ben bu yanlışlığı düzeltiyorum. Küçük bir toplama hatası. Olur böyle şeyler. Toplam borcunuz bir milyon yedi yüz bin lira, dedi.
Kazım amca listeyi aldı, yakın gözlüklerini taktı, kafa sallayarak, dudak kıpırdatmalarıyla toplamayı gözden geçirdi.
- Yoo! Yasa Bey toplamda bir yanlışlık yok ama... Bu toplum doğru, dedi.
Yasa Bey gülümseyerek;
- Yok! Yok! Vardır orada bir yanlışlık vardır da, sen tam hesaplayamamışsındır Kazım Efendi, dedi.
Ali Rıza iyice şaşırmıştı. Bir şeyler oluyordu ama ne oluyordu bir türlü anlayamıyordu. Mallar alınıyor, para ödenmiyor, üstelik hesaplar da oynamalar oluyor… “haydi hayırlısı! Bakalım bu iş nereye varacak bakalım” diyordu kendi kendine.
- Bu da benim ikramım, anla artık canım dedi Yasa Bey. İşe yeni başlayanlara böyle kolaylıklar yapmaz mıyız Kazım Efendi. Ne çabuk unuttun, dedi. Sonra da Ali Rıza’ya dönerek, bundan sonrası sana düşüyor Ali Bey. Allah utandırmasın. Allah yardımcınız olsun. Gerçi Allah hiçbir kulunu zora sokmaz. Zora sokan O’nun kullarıdır. Onun için kulları da yardımcınız olsun ki, işler daha da iyi gitsin, dedi.
Bu arada mallar yeniden paketlendi. Büyük poşetlere konuldu. Vakit bir hayli ilerlemişti. Kazım amca ayağa kalktı, Ali Rıza Bey de Kazım amcayla birlikte ayağa kalktı.
- Yasa Bey bize izin artık, dedi Kazım amca. Size şimdilik bir şey veremiyoruz. Hesabı ister benim adımın yanına yaz, istersen Ali Rıza Beyin adına yeni bir hesap aç Kefili benim, dedi.
- Tamam. Kazım Efendi biz seni işe karıştırmayalım. Ali Rıza Beyin adına yeni bir hesap açıyor, senin adını da yanına yazıyorum. Malum yaşlılık var ya! Bu Ali Rıza Bey de kimdi demeyelim. İlk etapta. Senin adını görünce hatırlarız. Öyle daha iyi olmaz mı?
- Nasıl istersen Yasa Bey, dedi Kazım amca. Dedim ya bu arkadaşa her şeyi ile ben kefilim. Hiç merak etme. Her hafta Cumartesi günleri hem ödeme yapar, konuştuğumuz gibi hem de eksilen mallarını almaya gelir, dedi.
- Dert etmeyin bunları canım, dedi Yasa Bey, tamam dedik ya.. Ali Rıza Beye dönerek Ali Bey sana da kolay gelsin, Allah utandırmasın, Allah ve kulları sana yardımcı olsun, dedi. Bundan sonra nasıl olsa sık, sık görüşeceğiz.
Poşetlere konulan paketlerden birini Kazım amca, diğerini de Ali Rıza Bey aldı. Her ikisi de Yasa Beyle vedalaşarak, Ali Rıza yeni bir yaşam sınavını vermeye doğru Yasa Beyin dükkanından ayrılıp, Mahmutpaşa’daki kalabalığın içine karıştılar.
0 yorum:
Yorum Gönder