web 2.0

4 Aralık 2009

NE ZOR ŞEYMİŞ YAŞAMAK - İşportacı Memur

İŞPORTACI MEMUR



Yeni Camii’nin kemerine gelinceye kadar Ali Rıza ile Kazım amca bir birleriyle hiç konuşmadılar. İkisinin de ellerinde paketler sessiz, sessiz yürürlerken, Yeni Camii’nin arka tarafında seyyar lambaların, tüp lambalarının aydınlığında akşamın son satışlarını yapan seyyar satıcıların önünden geçiyorlardı. Seyyar satıcıların bağırmaları kendilerine gelmelerini sağladı. Tezgahın üstüne çıkmış bir erkek satıcı, önünde kadın önlüğü, başında bir eşarp göğsünde de südyen olduğu halde var gücüyle bağırıyordu.


- Gel, gel vatandaş sen de gel. Batan geminin malları bunlar, batan geminin malları. Titanik Gemisi battı, malları bize kaldı. Sen de gel, sen de al. Yetişen alıyo, geciken alamıyo abiler, ablalar… Kapışan, kapışana… kalmadı, kalmadı…. Kaynanana götür, gelinine götür, kardeşine götür abla... Bir daha gelmez böylesi. Gaynanam gızını bana vermeye razı olsun ki, bir daha gelmez böylesi, diye bağırıyorlardı.


Ali Rıza satıcılara doğru döndü, baktı, baktı sonrada, Kazım amcaya dönerek;


- Gemi mi battı? diye sordu. Nerede gemi battı Kazım amca, dedi safça.


Kazım amca;


- Hay Allah iyiliğini versin. Evet bir geminin battığı söyleniyor ama işin aslı gemi-memi değil. Satıcılar, müşteri çekmek için böyle diyorlar. Bütün satıcılar dikkat çekmek için aynı yaygarayı yaparlar. Bunlar çığırtkanlık yapıyorlar Ali Rıza Bey, çığırtkanlık.


Ali Rıza;


- Desene öğrenecek daha çok şeyimiz var!


- Ne zannettin ya! Daha sen işin çook, çok başındasın! Dur bakalım daha neler öğreneceksin neler!


- Sahi, benim yapacağım işte bir nevi tezgahtarlık oluyor değil mi?


- Yok canım tezgahtarlık değil. Seyyar satıcılık oluyor. Yani gezici satıcılık. Ama bu işler hiç belli olmaz. Bakarsın güzel işlek bir yerde kendine bir tezgahlık yer bulursun, o zaman çok daha iyi olur. İşte o zaman seni görmek lazım. Yemin ederim bir iki yıla kalmaz köşe olursun, inan bana. Bak çocuklar da büyüyor. Onlar da sana yardım eder. Erkekti değil mi çocuklar? Yanılmıyorsam ikisi de erkekti.


- Evet, dedi Ali Rıza. İkisi de Allah bağışlarsa erkek. Ama onlar daha küçük. Henüz ilkokula gidiyorlar. Biri ilkokul üçüncü sınıfa, diğeri de birinci sınıfa. Allah herkesin çocuklarını kendilerine, benimkileri de bana bağışlasın.


- Amin, amin, dedi Kazım amca. Allah doğrunun yardımcısıdır. Her şey olur. Sen hiç meraklanma.


Bu koyu sohbet arasında belediye Otobüs duraklarına da geldiler. halk otobüsüne bindiler. otobüs biletçisi;


- Bu paketlerle ön tarafta durmayın abicim. Arka koltuklar boş, arkaya bir yere oturun. Hem, yolcuların iniş binişlerinde zorluk çıkarmayın, hem de sizler zorlanmayın, dedi.


Otobüsün arka koltukları boştu. Kazımamca biletleri almak için cebinden bozuk para çıkarmaya çalışıyordu. Ali Rıza’ya;


- Sen şu paketi bi zahmet tut da ilerle Ali Rıza Bey kardeşim, dedi.


- Dur hele, dedi Ali Rıza. Yol parasını ben vereceğim. Bende bozukluk var.


Paketleri yere bıraktı cebinden bozuk paraları çıkartıp biletçiye uzatırken;


- Olur mu canım, dedi. Kazım amca Ali Rıza’nın elini iterek, “Sen bugün bendensin bu akşam. Hele biraz satış yapmaya başla. Hele biraz bitlen, ondan sonra. Bir yol parasıyla kurtulacağını mı zannediyorsun?” diye takıldı.


- Olur mu hiç öyle şey Kazım amca, dedi Ali Rıza. Paranın lafı mı olur? Senin canın sağ olsun. Benim için o kadar uğraştın, yoruldun, bırak da dönüş parasını bari ben vereyim, dediyse de, Kazım amca yol paralarını verdi ve en arkadaki boş koltuklara oturdular. Paketleri taşımak yormuştu her ikisini de.


- Seni bilmem ama ben biraz yoruldum, dedi Kazım amca. Eee! Ne yaparsın yaşlandım galiba. Arada bir, böyle yaşlılık kendini hatırlatıyor işte. Sen, sen ol ayağını denk al ve gençliğinin kıymetini bil, dedi. Sonra da sen sigara içiyor muydun? Ne oluyorsa bu sigara meretinden oluyor. Sakın içme, içiyorsan da hemen bırak. Ben kırk yıldır bu meretin peşinde sürükleniyorum. Bir gün beni aniden götürecek ya dur bakalım.


- Yok, daha neler Kazım amca, dedi Ali Rıza. Sizde daha çok işler var. Sizler eski topraksınız. Eski toprak sağlam topraktır Kazım amca. Kendinize haksızlık ediyorsunuz. Asıl biz kendimize bakalım. Sigara içmiyoruz, genç görünüyoruz ama sadece görüntümüz genç hepsi o kadar.


- Sen öyle san, dedi. Haksızlık mı ediyorum, yoksa doğruyu mu söylüyorum, benim yaşıma gelince anlarsın. Yine de, sigara denen o mereti içime


Bu şekilde Kazım amcayla Ali Rıza Bey sohbeti koyulaştırırken halk otobüsü içinde yaşanan kargaşalıklar ara ara konuşmalarını kesiyordu.


- Ayy! Yavaş beyefendi üzerime çıkacaksın. Ne bu böyle yaa!


- Ne yapabilirim hanımefendi itiyorlar...


Otobüstekilerin kendilerini dikkatle izlediğini gören adam, lafı daha fazla uzatmadı. Ama kendisine terbiyesiz denilmesine dayanamayarak sinirlendi.


- Bakın size hanımefendi diyorum, özür diliyorum, bilerek olmadı diyorum, hala bana terbiyesiz diyorsunuz. Özür dilememi de geri alıyorum, dedi. Bu kez adam ses tonunu yükseltmişti.


Kadın erkek birbirleri ile söz düellosu yaparlarken, otobüsün içinden homurdanmalar yükselmeye başladı. Otobüsün içinden bir vatandaş;


- “Eee! Hanımefendi, bey özür diledi hala uzatıyorsun. Sus da kafamızı dinleyelim. Zaten akşama kadar işittiğimiz dırdırlar kafamızın içine etti, dedi.


Öfkeli kadın iki koltuk arkadan gelen bu uyarıya hemen karşılık vererek;


- Kafanı dinlemek istiyorsan özel taksi tut beyzade, dedi. Otobüs içindeki bu tartışma daha da büyüyerek devam ederken Ali Rıza ile Kazım amca duraklarına gelmişlerdi. Yolculardan izin isteyerek kalabalık arasından itiş kakış indiler. Ali Rıza, Kazım amcaya;


- Ohh be! Dünya varmış! Neydi o öyle, Kazım amca, dedi.


- Bunlara alışık değil misin Ali Rıza Bey? İstanbul’un her yerinde otobüslerde böyle manzaralar yaşanır. Durma üstünde boş ver, şimdi otobüstekiler düşünsün.


- Doğru haklısın dedi. Kadın da anasının gözü ha! Diyerek eve doğru yürümeye başladılar.


Gülbahar, her zamanki gibi günlük ev işlerini yapmış akşam yemeğini hazırlamış, Ali Rıza’nın gelmesini bekliyordu. Acaba gitmiş miydi Kazım amcaya. Onunla konuşmuş muydu? Ya gitmedi ise? Vazgeçti ise? Sabahki düşüncesi işe gittiğinde ya değişmişse? Böyle düşüncelerle hem elindeki Mahmut’una bitirmeye çalıştığı çorabı örüyor, hem de kendi kendine mırıldanıyordu. “Anne karnım acıktı. Babam ne zaman gelecek” diye annesine seslendi Murat.


- Baban şimdilerde gelir oğlum. Bu kadar geç kalmazdı emme. Biraz daha bekleyemiyor musun? Dedi, Gülbahar.


- Ama ben çok acıktım anne!


- Git tencereden bir parça ekmek al oğlum. Beni böyle niye sık boğaz ediyorsun ki? Her zaman karnın acıktığında bana mı soruyordun da, şimdi beni sıkıştırıyorsun sen. Az sonra baban gelir.


Ekmekler dışarıda durduğu zaman hemen bayatladığı için Gülbahar ekmekleri alüminyum tencerenin içine koyuyor, orada muhafaza ediyordu. Mahmut tencereden ekmek alırken Gülbahar;


- Yanına bir de hıyar al. Mutfakta kırmızı poşetin içinde, dedi.


Murat tencereden bir parça ekmek ve tencerenin yanındaki kırmızı poşetten de küçük bir hıyar aldı. Hıyarı, gömleğinin bir kenarıyla sildi. Gerçekten de acıkmıştı. Önce ekmekten kocaman bir lokma ısırdı, arkasından da aynı iştahla hıyardan koparttı. Ağzı iyice dolmuş bir şekilde ekmekle hıyarı iştahlı, iştahlı yemenin tadını da çıkarıyordu.


Bu arada kapı vuruldu. Gülbahar heyecanla;


- Aha geldi babanız! dedi. İnşallah güzel haberle gelir, diye kendi kendine söylene söylene kapıyı açtı ve Ali Rıza ile Kazım amca poşetlerle kapının önünde duruyorlardı. Gülbahar bir Kazım Amcaya, bir Ali Rıza’ya, bir de poşetlere bakakalmıştı.


- Hayrola Ali Rıza, dedi. Bunlar ne?


Ali Rıza;


- Bırak bunlar ne diye sormayı, bizi içeriye almayacak mısın? diye söylendi. Sonra da Ali Rıza Kazım amcaya dönerek;


- Haydi buyur Kazım amca, dedi. Bu akşam bizde akşam edelim. Allah ne verdiyse yeriz, dedi.


Kazım amca;


- Yoo! dedi olmaz. Evli evine köylü köyüne. Bizim oralarda öyle derler. Benim işim buraya kadar. Bizim ihtiyar evde beni bekler.


Gülbahar şaşkın bir halde...


- Buyur Kazım amca. Allah ne verdiyse yeriz. Zeynep ablama da haber salarım o da gelir, dedi.


Kazım amca;


- Yok kızım. Başka zaman. Allah’ın günleri torbaya girmedi ya. Bundan sonra bol, bol görüşürüz. Hadi bana eyvallah, dedi. Sonra da Ali Rıza’ya dönerek;


- Ali Rıza Bey kardeşim, bu işin evvel Allah üstesinden gelecen, benim bundan hiç kuşkum yok, senin de olmasın ha, dedi ve döndü evine doğru gitti.


Gülbahar hala kendinde değildi. Bir poşetlere, bir Ali Rıza’ya bakıyordu.


- Hayrola bunlar da ne Ali Rıza? dedi Gülbahar, yeniden heyecanla poşetleri göstererek.


Ali Rıza;


- Umudumuz Gülbahar, dün akşamdan sonra yeşertmeye karar verdiğimiz umudumuz, dedi. Hadi gel yardım et de bunları içeri alalım, içeride anlatırım.


Gülbahar ile Ali Rıza, paketleri içeriye aldılar. Oturdukları odanın ortasına öylece bıraktılar.


- Gel hele Gülbahar, dedi Ali Rıza. Otur şöyle yanıma. İstediğin böyle bir şey değil miydi? İşte oldu. Bugün iyice düşündüm sen haklıydın. Gerçekten haklıydın. Haklıydın çünkü, en azından bunu denememiz gerekiyordu. Biliyorum biraz zor olacak, hatta başarıp başaramayacağımı bile bilemiyorum ama ben olmasını istiyorum. Gülbahar. Dinine yandığımın hayatı bize bir şans verecek be Gülbahar. Ne zor şeymiş yaşamak. Hele de İstanbul’da bir devlet memuru için çile doldurmakmış diyorum be Gülbahar. Bizim hayatımız mı böyle, İstanbul’da yaşayan herkesin hayatı mı böyle? Bunu bir türlü bilemedim!


- Ali Rıza’m, dedi yumuşak bir ses tonu ile. Başkalarının iyi yada kötü hayatlarının bize ne faydası, ne de zararı var. Boş ver sen bunları. Sen hiçbir şeye kafanı takma. Daha önce de dedim. Göreceksin sen bunu başaracaksın. Başaracaksın, içimde öyle bir şey geliyor işte. Hadi gel de açalım bakalım. Gerçekten çok merak ettim.


Gülbahar ile Ali Rıza paketleri açmak için makas bıçak beklemeden aceleyle hemen bantları açtılar. Bu arada Murat ile Mahmut da babalarının aldıkları malları dikkatle izliyorlardı. Mahmut ekmeği ile hıyarını bitirmiş elinin tersiyle ağzını siliyordu.


Annesine dönerek;


- Anne, bunların hepsini seninle babam mı giyecek? Bunları kendiniz için mi aldınız? Bize bir şey almadı mı babam Dedi. Gülbahar da gülerek;


- Kendimiz için olur mu a deli oğlan. Bunları babanız satacak da para kazanacak. Demin size anlatmıştım ya hani, işte onlar, dedi.


Ali Rıza,


- Bak Gülbahar. Şöyle bir yemeğimizi yiyelim. Ondan sonra nasıl yapacaksak karar verir, ona göre bir program yaparız, dedi. Ama önce şunları evin ortasından bir kaldıralım. Nasıl dediğin oldu işte. Bir işe giriştik ama inşallah sonumuz iyi olur. İşte “iyi günlerimiz” dediğimiz günlerimizin başlangıcı bu Gülbahar’ım.


Gülbahar Ali Rıza’nın gözlerinin içine içine bakıyordu. Derin bir iç geçirdi. Mutluydu. Mutluluğu rahatlıkla görülebiliyordu. Umut ışığı bu akşamdan itibaren aydınlatacaktı artık. Biraz önceki şüpheleri tamamen kaybolmuş, Ali Rıza’sının bu işin üstesinden geleceğine bir kez daha inanmıştı.


- Hadi çocuklar babanıza, getirdiklerini toplamada yardım edin, Ben de sofrayı hazırlıyorum.


Gülbahar büyük bir zevkle akşam yemeğini hazırlıyordu. Ali Rıza malları tek kuruş ödemeden aldığına hala inanamamıştı. “Bak hele şu Allah’ın işine Gülbahar” diyordu. “Dün akşam nasıldık şimdi nasılız?” Ancak, yüreğinin bir tarafı da hafiften, hafiften cız ediyordu. Küçük bir korkusu da yok değildi hani. Ya satamazsa, ya işler istediği gibi gitmezse. Kazım amcaya rezil olmak da vardı. işin içinde. Bunları düşündükçe kötü oluyordu. “Yok, yok hayır, rezil olmayacağım” sözleri birdenbire ağzından çıkıverdi. Bu arada Gülbahar odaya girdi ve Ali Rıza’nın son sözlerini duydu.


- Hayrola Ali Rıza, dedi, kime rezil olacaksın? Hem niye rezil olacakmışsın ki?


Ali Rıza şaşkın bir şekilde ve gülerek,


- Yok bir şey be Gülbahar, yok bir şey! Hay Allah “ben rezil mi olacağım! dedim.


- Dur hele dur! Ne oldu ki sana canım. Sevindiriğe uğradın herhalde.


- Valla bilmiyorum, sevindiriğe mi uğradım, yoksa başka bir şey mi oldu. Bir işe girdik ya dur bakalım, bu işin sonu nereye varacak.


“Aaa! Baba bu da ne güzelmiş. Tam anneme göre!” diyen Murat’ın sesi Ali Rıza ile Gülbahar’ın konuşmasını böldü.


- Bak anne ne güzel değil mi? Dedi, Murat. Eşofmanın üstünü annesinin üstüne ölçmeye çalışıyordu.


- Oğlum, dedi Gülbahar, bunları satmak için mi, giyinmek için mi aldık? Hadi bakalım, oynamayı bırakın da yemeğimizi yiyelim. Yemeği unuttuk. Bir ara aklına dün akşamki Ali Rıza’nın huysuzluğu geldi. Sahi bu akşam yemek nerede, diye bağırmadın Ali Rıza, dedi Gülbahar gülerek.


Ali Rıza;


- Aman Gülbahar! dedi. Sen de başıma kakma artık. Hadi bakalım şu yemeğimizi yiyelim. O, o zamandı üstüme gelme benim.


Ali Rıza’nın evinde bu akşam büyük bir heyecan vardı. Umutlu yaşamak, umutlanmak, umutlandırılmak. Umutla devam ettirmek ve her şeyin parayla başladığı ve parada bittiği bir yaşam. Bir günü bir gününü tutmayan, hep birilerinin yönlendirmesiyle devam eden bir yaşam. Ve hep devlete hizmet eden insanlara sanki özel bir diyet uygulatan bir yaşam. Hep özveri göstermek zorunda olanlar, direnmek, yaşama karşı ayakta durabilmek adına direnenler bizler oluyoruz. Bu bir yazgı mı bilemiyorum ama bu bir yazgı ise, bu yazgıyı değiştirmeli diyordu. O bir devlet memuruydu, devletin verdiği maaşla yetinmeye çalışan iyi bir devlet memuru. O hep, devletin memuruna verebileceklerini, devletinin verme gücü ne kadarsa o kadar verebileceğini de biliyordu.


Oysa, Ali Rıza, Gülbahar’ıyla mücadele verebilirdi. Gerekirse ekmeğin kenarını katık yapar, Coca Cola veya ayran yerine su ile karınlarını da doyurabilirlerdi. Doyurabilirlerdi ama ya o Murat, ya ilkokul birinci sınıfta okuyan Mahmut’un büyümesi gelişmesi ileride büyük adam olmaları gerekiyordu. Bunun içinde okumaları gerekiyordu. Büyümeleri, kemiklerinini gelişmesi gerekiyordu. Bunun için de bol bol süt içmesi gerekiyordu. Onlar büyüyünce de Doktor, Mühendis, Öğretmen olmasıydı düşleri. O da biliyordu Mühendis olmanın da, doktor olmanın da paraya bağlı olduğunu. Onun için de bu parayı Ali Rıza’nın bulması gerekiyordu. Ona ait özel yaşamını yok etme pahasına, Gülbahar ile sıcak birkaç bardak çay içememe, çocuklarıyla oynayamama, konuşamama pahasına bu parayı bulması, kazanması gerekiyordu.


Başka da çare yoktu zaten. Babasından da para istemiyordu. Babasının rızası olmadan İstanbul’a gelmişti. Belki de bu durumunu babası duysa “Oh olsun! Burada rahat, rahat çalışmak varken, her imkanı önündeyken beni dinlemedi ve gitti. Bir macera uğruna... Ne varsa bu İstanbul’da?” diyecekti. “Ne hali varsa görsün” diyecekti beklide.


Yemeklerini bitirdiler. Dağıttıkları malları toparladılar, daha sonra da Gülbahar çocukları yatırdı.


- Haydi Ali Rıza, bugün bir hayli yoruldun. Yarın geldiğinde bir düzene koyarız, dedi. Salonun ışıklarını, yarınların aydınlanması için büyük bir keyif içinde söndürdüler ve yattılar.


Ertesi gün bulutsuz bir İstanbul sabahına uyandılar. Gökyüzü yine parlaklığını sergiliyordu. Çıplak gözlere ve aydınlık beyinlerin beğenisine hazırlıyordu kendini. Ay yine tepsi gibi tüm yuvarlaklığı ile daha sabahın ilk saatlerinde kendini teşhire aceleci davranmıştı. O da gündüz kaçamağı yaparak kendini teşhir etmeden geri kalmıyordu. Çıplak gözle Ay’daki kayalıkları bile görebiliyordu insanlar. Ali Rıza kapıda Gülbahar’dan işe gitmek için ayrılırken,


- Görüyor musun Gülbahar? dedi, Ali Rıza. Gökyüzünü göstererek.


- Ali Rıza’nın işaret parmağı ile gösterdiği yöne boş boş bakarken Neyi görüyor muyum Ali Rıza? dedi Gülbahar.


- Sabahın bu vaktinde havanın güzelliğini, Ayın halini görüyor musun? Ne güzel bir gün. Diğer günlerden daha farklı, daha güzel, daha sıcak gibi. Öyle değil mi? dedi Ali Rıza.


- Aaa! Evet, evet! dedi Gülbahar. Ali Rıza’nın dediğini biraz anlamış, biraz anlamamış gibiydi yine de.


Ali Rıza, Gülbahar’ın sözünü kesti.


- Günlerin bu kadar güzel, kendimin bu kadar romantik olabileceğimi, böyle zevkle işe gideceğimi hiç düşünemiyordum. Bugün farklı bir gün olacak Gülbahar, farklı bir gün olacak, dedi.


Bu konuşmanın ardından Ali Rıza işine gitmek üzere evden ayrıldı. Saat yedi otuz gibiydi. Bugün gerçekten mutluydu. Cebinde parası olmasa da mutluydu. En azından umudu vardı ve devam ediyordu. İtibarı vardı. Beş kuruş vermeden o kadar mal almıştı. Zor günleri mutlaka atlatacağına dair inancını içinde saklıyordu.


Gülbahar, Ali Rıza’yı gönderdikten sonra çocukları da okula göndermeye hazırlanıyordu. Kadınların her zamanki doğal işleri ve aynı zamanda şikayet etmekten hiç de geri kalmadığı işleriydi.


- Akşam ilgilenemedim sizinle. Ödevlerinizi yaptınız mı çocuklar? dedi Gülbahar


Murat ile Mahmut aynı anda ödemlerini yaptıklarını, ödevlerinin kalmadığını söylediler.


Murat;


- Anne, bugün öğretmen para istemişti, akşam söylemeyi unuttum, dedi.


- Ne parası oğlum?


- Dergi parası anne, dedi Murat. Yeni dergileri aldık da onun parası.


- Ne kadarmış bu dergi parası?


- Beş lira, dedi Murat.


Gülbahar çantasına baktı çantasından beş lira çıkardı ve dergi parasını verdi. Mahmut’u da yanına çağırıp. Çocuklarını dizinin dibine oturtarak;


- Bakın çocuklar, dedi. Babanız sizlerin okul ihtiyaçlarınızı karşılamak, rahatça okuyabilmeniz için iş çıkışlarında da çalışacak. Onun için getirdiği bu malları satmak için aldı. O zaman bende de, babanızda da para olacak, dedi. Bizler de sizin bütün ihtiyaçlarınızı karşılayabileceğiz. Ama bu günlerde kardeşinin de, senin de, benim de babamıza karşı sabırlı olmamız gerekiyor. Hele bu işe bir başlasın bakalım. O zaman çoğu şeylerimiz bir düzene girecek.


- Atari de alabilecek miyiz anne? dedi Mahmut.


Gülbahar, Mahmut’un saçlarını okşadı. Başını göğsüne doğru çekerek şefkatle yasladı.


- Tabi Mahmut’um dedi, tabi niye almayalım ki. Her bi şeyciğinizi alırız. Bizler niye uğraşıyoruz ki sanki? Hep sizler için.


- Biz mi size zorluk veriyoruz, geçim sıkıntımıza abim ile ben mi neden oluyoruz anne, dedi Mahmut.


- Yok be oğlum! Bu ne biçim söz dedi Gülbahar. Bi daha öyle şeyleri aklına getirme sakın. Öyle şey mi olur. Demin de dedim ya evladım. Biraz daha iyi yaşamak için ileride istediklerinizi alabilmek için bugünden biraz hep beraber sıkıntı çekeceğiz hepsi o kadar.


- Biraz mı sıkıntı çekeceğiz anne? dedi Mahmut


- Evet, biraz.


- Tamam o zaman olsun biz de biraz sıkıntı çekeriz.


- Gülbahar çocuklarının ikisini de öptü, saçlarını okşadı ve;


- Hadi bakalım, şimdi siz okulunuza, ben de işime... Çantalarınızı hazırladınız mı? Bir şeyinizi unutmayın. Ben de şu babanızın getirdiklerini bir toparlayayım, dedi.


Murat ile Mahmut da birbirleriyle şakalaşarak çantalarını hazırlayıp beslenme çantalarını da yanlarına aldılar.


- Anne biz çıkıyoruz, dedi Murat.


Gülbahar, Murat ile Mahmut’u gönderirken “kardeşinin elini bırakma Murat” dedikten sonra kapıyı kapatıp içeri girdi. Ali Rıza’nın getirdiklerine baktı, baktı “başaracak” dedi. “benim Ali Rıza’m başaracak, biliyorum, bunu başaracak”.


Bu arada kapı vuruldu. Gülbahar “Hayırdır inşallah, sabahın bu vaktinde kim acaba?” diyerek çekine çekine kapıya geldi.


- Kim o!


- Benim komşu, dedi dışarıdan gelen ses.


Gülbahar daha da telaşlandı. Çünkü bu ses kocası sarhoş olan Nazlı’nın sesi idi. Nazlı yine kocasıyla mı kavga etmişti acaba? Sabahın bu saatinde benimle ne işi olur ki?! diyerek kapıyı açtı. Karşısında Nazlı, Gülbahar’a tebessüm ederek;


- Günaydın kız Gülbahar, dedi.


Gülbahar biraz tedirgin bir şekilde.


- Günaydın Nazlı. Buyur gel.


Nazlı içeri girdi. Göz ucuyla etrafı süzdü. Elinde bir paket Maltepe sigarası, çakmağı ve kumaş vardı.


- Hele buyur otur Nazlı, dedi Gülbahar.


Nazlı, Gülbahar’ın gösterdiği mindere oturdu. Elindekileri de yanına koydu.


- Hayrola Nazlı! Sabah, sabah rüyanda görmedin ya beni.


- Ne rüyası kız Gülbahar, dedi Nazlı. Sabah, sabah bi kahve içelim dedim kız. Bi tane de kendine yap da, bi de kahve falına bakim senin.


Gülbahar ile Nazlı gülüştüler.


- Senin faldan anlama maharetin de mi var Nazlı? dedi Gülbahar.


- Aman Gülbahar kız. Fala bakanlar faldan anlıyorlar mı sanki. İşte, birer ikişer palavra sıkıyorlar. Biz de sabah, sabah palavra atalım ne var bunda canım.


- Valla, doğru söylüyorsun. İyi o zaman, sen hele otur, ben de kahveleri yapim de laflarız.


Gülbahar mutfakta kahveleri yaparken Nazlı’nın gözüne Ali Rıza’nın getirdiği poşetler ilişti. Akşam poşetlere yerleştirirlerken ambalaj kağıtlarına sarmadıkları için alınan bütün parçalar ortadaydı. Bunu gören Nazlı;


- Aaa! ne güzel şeylermiş bunlar kız Gülbahar. Bu kadar eşofmanı, çorabı ne yapacaksınız ki, dedi bağırarak.


- Onlar bizim için değil Nazlı. Ali Rıza iş çıkışlarında onları satmak için dün akşam getirdi de, dedi.


Gülbahar elinde iki tane bol köpüklü kahveyle odaya geldi ve Nazlı’nın yanına oturdu.


- Ali Rıza satmak için aldı, dedi yeniden.


- Ne güzel şeyler kız bunlar Nazlı. Hele bir şunların naylonlarını aç da iyice bir görelim. Belki ben de alırım kız, dedi. Kahveyle içmek için yanında getirdiği Maltepe sigarasından bir tane çıkarttı, kendisi yakmadan önce Gülbahar’a da tuttu,


- Yakıyon mu!


- Yok, dedi Gülbahar. ben sigara içmiyorum.


- Yak kız yak, kahvenin pezevengidir sigara. Bi taneden bişey olmaz.


- Yok, yok eksik olsun onun pezevenkliği, neyi. Ben yine de yakmayayım, dedi Gülbahar.


Kahvelerini içerlerken, paketleri de bir bir açtılar, iyice incelediler. Nazlı hem sarhoş kocasına, hem de kendine birer takım eşofman beğendi ve Gülbahar’a,


- Gülbahar, bu eşofmanlar kaça kız, dedi.


- Fiyatlarını bilmiyorum. Akşam Ali Rıza’dan öğrenir sana bildiririm.


- İyi o zaman bunları bizim için ayır. Yarın alırım.


- Beğendinse al Naslı. Kaçmıyorsun ya! Parasını sonra da verirsin.


- Yok, yok! Olsun fiyat neyim belli olsun o zaman alırız. Senin de dediğin gibi kaçmıyorsunuz ya ayol.


Yine Gülüştüler.


Bir ara Nazlı’nın gözü yanında getirdiği kumaşına takıldı.


- Bak, dedi. Sizin eşofmanlara, çoraplara daldık, az kalsın asıl işimi unutuyordum kız. Aslında ben de bunun için gelmiştim. Bu kumaştan bana bir eteklik çıkar mı Gülbahar? dedi.


Gülbahar kumaşı Nazlı’nın elinden aldı. İyice açtı. İç, dış inceledi, evirdi çevirdi,


- Tabi, dedi. Tabi Nazlı, istediğin gibi eteklik çıkar.


- Aaa! İyi o zaman kız, bundan bana bir etek yap be Gülbahar, dedi.


- Tabi yaparım Nazlı, dedi. Hiç olmazsa makinenin pasını açmış oluruz. Hele bir kalk bakalım, kahvelerimiz soğuyana kadar ben de senin ölçünü alayım


Bir hoş olmuştu. İçinden “Allah her zaman doğrunun yardımcısı olur” dedi. Galiba işler umdukları gibi gidecekti. Kahvelerini içtiler ve “neyse halin çıksın falin” dedikten sonra fincanlarını gülüşerek kapattılar.


Gülbahar’ın ayaklı singer marka bir dikiş makinesi vardı. Evinin bir köşesinde bu zamana kadar boşu boşuna yer işgal ediyordu. Artık o da bir işe yayacaktı. Dikiş makinenin üzerindeki örtüyü kaldırdı ve makinenin gözünden mezureyi çıkarttı. Nazlı’nın bel ve etek boy ölçülerini aldı.


- Eteği nasıl istiyorsun Nazlı, dedi. Düz, etek yırtmaçlı, çift yırtmaçlı, nasıl olsun, dedi.


- Tek yırtmaçlı olsun kız. Şöyle diz kapaklarımın biraz üstünde olsun hani biliyon mu?


- Karışmak gibi olmasın da. biraz kısa olmuyor mu Nazlı? dedi.


- Olsun kız. Daha kaç yaşındayız ki şunun şurasında. İleride nasıl olsa giyemeyiz zaten. Sen benim dediğim gibi yap boş ver gerisini, dedi.


- Peki, dedi. Sen hiç merak etme. İstediğin gibi yaparım.


- Bak Gülbahar kız, dedi Nazlı. Her şey tamam iyi güzel de, kaça dikeceksin bir de bunu söyle de ona göre borcumu bileyim. Valla hiç de para lafını etmiyok.


Nazlı’nın Gülbahar’ın diğer komşularından bir farkı da, her şeyde dobra olması idi. Son söyleyeceğini önceden söyleyiverir, işin içinden çıkardı. Ağzı biraz kalabalıktı ama, yüreğinde hiç kimseye karşı kötülük yoktu. Her şeyi apaçık ortaya konuşurdu.


- Aman sen de, dedi Gülbahar. Hele bir dikelim bakalım. Beğenecek misin, beğenmeyecek misin? Eğer beğenirsen verirsin bir şeyler canım. Aramızda paranın lafı mı olur.


- Pekala, dedi Nazlı. Ne zaman dikersin?


- Sana acele mi lazım


- Kız bir an önce dikilse de giysek fena mı olur, dedi.


Bu arada Nazlı kapattıkları finsanın dibine parmağı ile soğup soğmadığını anlamak için bastı.


- Ayol kahvelerimiz de soğumuş. Hele dur bakalım. Biraz döktürü, döktürü verelim içimizdeki palavralarımızı, dedi Nazlı.


Gülbahar soğuyan kahveleri önlerine getirdi. Nazlı önce Gülbahar’ın kahvesine bakmak üzere fincanı eline aldı. Fincanı ters çevirir çevirmez de;


- Ay, ay, ayy,! Gülbahar, ne böyle ya! Yüreğin kabarık dünyanın yükünü sen mi çekiyon kız. Aman amaaan!


- Ya Nazlı çatlatma insanı Allah aşkına. Ne söyleyeceksen söyle, dedi Gülbahar.


- Yok, yok. Valla yüreğin kabarık ama falın çok güzel kız. Bak, bak iki tane balık var, görüyor musun? Balık kısmettir kız, kısmet.


- Gülbahar’ın balık, malık gördüğü yoktu. Ama Nazlı da güzel şeyler söylüyordu hani. Hoşuna da gidiyordu. Can kulağı ile Nazlı’yı dinlerken birden;


- Aa! Gülbahar kız, O iki küçük balığın dışında bitane de büyük bir balık görünüyo. Sen de bak. Kendi gözlerinle gör. Bu da büyük kısmet kız. Neler çeviriyorsunuz öyle. Bak bir de, ev mi ne? Büyük bişey var burada. Kısa vakitte. Üç ay, altı ay, bilemedin en fazla bir yıl içinde kız. Aa, Aaa! Hem de yüksekçe bi yerde, dedi Nazlı.


- Aman Nazlı. nerede o günler. Biz kim, ev alma kim. Şu boğazımızı rahat bi doyursaydık, ev aldık sayardık.


- Yok, yok! dedi Nazlı. Bu ne biçim fal böyle kız. Ben böyle bir falı hayatımda görmedim ayrıca sana toplu bir para gözüküyor. Bir yerden toplu para geliyor.


- Yok be Nazlı, bize para, mara gelecek bir yer yok kız.


- Ne bileyim burada öyle çıkıyor, kızım. Palavra, malavra ama ben de gördüğümü söylüyorum, dedi Nazlı. Bak aile içinde ufak tefek huzursuzluklar yaşamışsınız. Ancak, yakın zamanda o da bitecek. Amaan ne güzel bir fal bu böyle, dedi. Nazlı kafasını sallayarak. Sonra fincanın kapağına baktı. Ay vallahi aynı balık tabakta da çıktı kız, hem de büyük olanından, dedi Nazlı


Tabağın içine “tü, tü, tüü” diyerek;


- Yok, yok bu fala daha fazla bakılmaz. Yıka bu fincanı hemen kız, yıka, dedi Nazlı.


Gülbahar tabağı ve fincanı aldı ve yıkadı. Nazlı, kendi fincanına gelince “bu falın ardından benimkine bakılmaz artık” dedi. Kendi tabağını ve fincanını da mutfağa bıraktı.


Gülbahar;


- Sen bizde ne var ne yok öğrendin ama sen kendine bakmadın, ben seninkileri öğrenemedim Nazlı hanım. Öyle olmuyor ama!


- Benim her şeyim ortada be Gülbahar. Boş ver benimkileri. Benim falım da halim de bes belli ortalarda. Ne çıkacağı belli zaten sarhoş bi koca ve uzun ve karanlık olan ince bir yol. İşte öyle bir şey be canım, dedi. Sonra da


- Eh artık bana müsaade Gülbahar, ben artık gideyim, diyerek gitmek için ayağa kalktı, para çantasından elli bin lira çıkararak, Gülbahar’ın eline sıkıştırdı.


- Siftah olsun kız Gülbahar. İşe başlatılırken adettendir bu tamam mı? Bu hafta alabilir miyim kız.


- Tabi, tabi inşallah bi mani olmazsa alırsın, dedi Gülbahar.


Nazlı’yı yolcu etti. Yüzünde tatlı bir tebessüm, heyecan ve mutluluk vardı. Avucunun içindeki elli bin liraya baktı, baktı, “Hey kurban olduğum Allah’ım, sen nelere kadirsin” dedi. Elindeki parayı dikiş makinesinin üstüne bıraktı, sonra da Nazlı’nın bıraktığı kumaşı tekrar eline aldı. Evirdi, çevirdi.


- Güzel bir kumaşmış. Şu Nazlı de ne kadın ha! dedi. Aferin ama kendine bakıyo kadın. O şartlarda hayattan zevk almasını biliyo, dedi. Şöyle, güzel bir etek dikeyim de. Hem millet beğenirse gerisinin gelmesi için bir başlangıç da olur, diye kendi kendine söyleniyordu. Kumaşı katladikiş makinesinin üzerindeki elli liranın üstüne koydu ve ev işlerini yapmaya koyuldu.


Diğer tarafta Kazım amca çay servisini yapmış, bir tane de kendine çay koymuştu. Çay ocağının bir köşesinde duran, iskemlenin üzerinde, hem sigarasını içiyor hem de çayından yudumluyordu. Dalgındı. Gözleri boş, boş etrafı seyrediyordu. Alımlı Zarife çay ocağına gelmiş Kazım amcadan birkaç defa çay istemiş ancak, Kazım amcaya duyuramamıştı. Alımlı Zarife ki, bu adı ona işyerindeki arkadaşları takmıştı. Çünkü giyimine makyajına çok önem veriyordu. Doğrusu “al benisi biraz fazlaydı. Alımlı Zarife yirmi iki yaşındaydı. Bekar, buğday tenli, yeşil gözlü, düz sarı saçlı dünya tatlısı bir mesai arkadaşıydı..


- Heey Kazım amca, hayrola! Karadeniz’de gemilerin mi battı. Ne bu hal böyle, dedi Alımlı Zarife.


Kazım amcanın sigarasının külü uzamış, döküldüm, dökülüyorum gibi. Alımlı Zarife’nin bu sözüne karşın birden bire;


- Hıı! dedi. Ve elindeki sigara külünü üzerine düşürdü. “Efendim Alımlı Kızım” dedi Kazım amca


- Ya Kazım Amca, bugün senin bu halin ne böyle? Dalmış gitmişsin. Çay istedim, kaç kez seslendim duymuyorsun bile.


- Ah be kızım! Ah be kızım! Bu memleket niye böyle oldu? Bu memleketi yönetenlerin işine bir türlü aklım sırrım ermiyor. Hadi biz okumadık, cahiliz bu işi yapıyoruz onun için de kaderimize razıyız. Ya okuyanlara ne demeli? Onların hali bizden perişan.


Alımlı Zarife, Kazım amcanın konuştuklarından hiçbir şey anlamamıştı.


- Ne oldu Kazım amca? Ne söylemeye çalışıyorsun? Zaten birazcık aklım vardı, sabah sabah onu da sen karıştırma, dedi.


Kazım amcanın her iki yanağını avuçlarının içine alarak gönlünü almak istiyordu.


- Uzun lafın kısası, sen şimdi çay istiyorsun, değil mi kızım, dedi.


- Yok, yok sen otur Kazım amca. Ben kendi çayımı koyarım. Sen otur, dedi. Sağ ol kızım ben çayını koyarım. Bu benim işim. Hele sen geç yerine ben çayını getiririm, dedi Kazım amca.


- Ne var ki, Kazım Amca, bu sefer de çayımı ben koyayım. İstersen sana da bir bardak koyayım he, ister misin? Çayın soğumuştur, dedi.


- Yok, yok. Teşekkür ederim kızım. Herkes kendi işini yapsın, herkes kendi işinin üstüne düşsün, dedi.


Kazım amca, Alımlı Zarife’nin çayını masasına bıraktı. Masanın karşısındaki sandalyede oturdu.


- Bak güzel kızım, dedi. Benim bir komşum var, belediyede memur. İşte onu düşünüyordum. Hani dedin ya “Karadeniz’de gemilerin mi battı diye” işte o. Vallahi hali içler acısı. Dün akşam, inan yüreğim parçalandı. Dün bana geldi. Durumlarının iyi olmadığını, ek iş yapmak istediğini söyledi. Karısı, bizim hanımdan benim iş çıkışı bir şeyler yaptığımı öğrenmiş. Dün akşam iç çıkışı onunla benim mal aldığım yere gittik. Gidip gelirken biraz konuştuk da, dışarıya bir şey hissettirmiyorlar ama durumlarını heç beğenmedim. İki çocuk. İkisi de ilk mektebe gidiyor. Aldığı üç kuruş maaş. Bunlar da İstanbul hayaliyle, buraya gelenlerden. Ne tuhaf değil mi? İstanbul’u bilenler İstanbul’dan kaçıyor, bilmeyenler de İstanbul’a kaçıyor. Yani her iki taraf da kaçıyor. İşte ona biraz mal aldık. Çok da iyi niyetli zahir. Temiz, pırıl, pırıl biri. Akıllı da. Evcimen tam bizim Anadolu insanımız. Bakalım ne yapacak. İşte onları düşünüyordu be kızım. Onlar gibi insanlar, bu İstanbul’un pençesine paçasını bir kaptırmaya görsünler, bir daha kurtaramıyorlar kızım, kurtaramıyorlar, dedi. Kazım amca.


- Haklısın galiba Kazım amca, dedi alımlı Zarife. Haklısın valla. İstanbul’u herkes can simidi sanıyor. Onun için de kendini atıveriyorlar buraya, sonra da yandımları oynuyorlar.


- Her neyse kızım. Her neyse benim dalmam da bundandı işte. Şimdi anladın mı? Alımlı zarife kızım, dedi Kazım amca.


- Aman Kazım amca, dedi. Bana “Alımlı Zarife” deme ne olur, dedi. Benim adım Za-ri-fe. Hoş, ismimi de değiştittireceksiniz bu gidişle ya neyse.


- Neden kızım, ne güzel ismin var. Tam bayan ismi. Zarif, hoş, güzel. Öyle değil mi?


- Öyle ama ne bileyim Kazım amca. Sanki bir acayipmiş gibi geliyor bana alımlı filan diyorsunuz ya, sanki ne bileyim...İşte onun için istemiyorum.


- Yok, yok. İsmin çok güzel hakikaten çok güzel. Kendin de güzelsin kızım. Alımlısın tabi.Dikkat da çekiyorsun.Ne var bunda sizi de anlamak zor biliyor musun. İnşallah şansın da güzel olur, dedi Kazım Amca.


Sonra oturduğu yerden kalktı, bardakları aldı ve çay ocağına gitti.


Ali Rıza, Mücella Hanım’ın masasında dünkü olayları Mücella hanıma anlatıyordu. Kah heyecanlı, heyecanlı, kah üzüntülü, başı önde. “mecburum Mücella hanım mecburum” diyordu. “Başka çarem kalmadı” diyordu.


Mücella Hanım, Ali Rıza’yı can kulağı ile dinliyor, zaman zaman da; “Haklısınız Ali Rıza Bey” diyordu. “hepimizin başında, hepimiz aynı sıkıntıları çektik. Hala da bir çoğumuz çekiyoruz. Sen en doğrusunu yapıyorsun. Şartlar bunu gerektiriyor,” diye Ali Rıza’ya moral veriyordu.


- Bize düşen ne ise yaparız, hiç canını sıkma, dedi. Niye getirmedin aldıklarını. Bugün görseydik bari ayol. Bize uygun bir şeyler var mı, bakardık canım, dedi.


- Size sormadan getirmedim, dedi Ali Rıza. Böyle damdan düşer gibi oluyor, diye düşündüm. Hem, Gülbahar alınan malları ayıracak. Ne olacak göreceğiz.


- Hele sen bir buraya da getir. Görürsün arkadaşlar arasında alanlar da çıkacaktır. Mesela ben bir iki tane alırım. Onun da eşofmanları eskimişti zaten. Beyin giyim işine ben bakarım. O, vakit bulup da bu işlerle ilgilenemez.


- Affedersiniz Mücella Hanım, beyiniz ne iş yapıyor? dedi.


- Hakim, dedi Mücella Hanım


- Hakim mi?


- Evet, İstanbul adliyesinde Hakim. Sultanahmet’te yani. Ne var, niye şaşırdın ki?


- Hani bu zamana kadar hakimle, savcıyla, avukatla hiç işim olmadı dedi. Onlardan oldum olası hep korkmuşumdur.


- Doğru, dedi Mücella Hanım. Yine de olmasın. Ama bir işin düşerse de haberimiz olsun. Ne olur ne olmaz. Dünya hali bu. Deniz Bey beni işlerine karıştırmaz. Ama yine de sen bil, dedi Mücella hanım.


Ali Rıza, Mücella hanıma, ilgisinden dolayı teşekkür etti. Masasına gitti ve masasının üstündeki dünden kalma işleri yapmaya başladı.


Ali Rıza akşam evine geldiğinde Murat ile Mahmut ders çalışıyorlardı.


- Gülbahar, dedi. Dün akşam malları eve getirdiğimde içimde bir burukluk, bir korku vardı. Bu işi yapamama korkusu. Bugün bütün korkularım gitti biliyor musun? Bugün nasıl olduysa oldu. Korkum ve kuşkularım kayboldu. Biz bu işin üstesinden geleceğiz.


Gülbahar can kulağı ile Ali Rıza’yı dinliyordu. Hiç sözünü kesmiyor,


gözlerini gözlerinden ayırmıyordu.


- Biliyorum, dedi Gülbahar. Biliyorum. Ben de inanıyorum, bu işi başaracaksın.


Dikiş makinesinin üstünde duran kumaşı aldı.


- Bak Ali Rıza, bu ne biliyor musun? dedi.


Ali Rıza, bir Gülbahar’ın elindeki kumaşa baktı, bir Gülbahar’a ve yavaşça;


- Kumaş! dedi.


- Evet kumaş. Ama benim olmayan bir kumaş, dedi Gülbahar.


- İyi de Gülbahar, dedi Ali Rıza. Bilmece gibi ne sorup duruyorsun.


- Bu da benim ilk siparişim ve elli bin lira da para aldım, dedi Gülbahar.


- Ne siparişi? Ne parası? dedi Ali Rıza şaşırmış bir şekilde.


- Etek... Sarhoş Hamdi var ya işte onun karısı geldi bu sabah.


- Eee!


- Yani Kendisine eteklik dikmemi istedi.. Elli bin lira da para verdi.


- Bak şu Allah’ın işine. Desene ikimiz de iyi başladık.


- Evet, dedi Gülbahar. İyi başladık. İnşallah iyi de devam eder.


- Pekala Gülbahar, dedi Ali Rıza. Konuşmaya daldık yemeği unuttuk. Benim karnım zil çalıyor.


Bu akşam, diğer akşamlara göre çok farklı bir akşam yaşanmıştı. Ali Rıza’ya Nazlı’nın baktığı kahve falını anlattı. “Anlatırken ağzından bal akıyordu” diyordu. “Tabağa bile doğru dürüst bakamadı nazar değer diye” diyordu. Öyle hoş anlatıyordu ki Gülbahar, gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Onlar da çocuklarını arada bir de olsa artık pazar günleri pikniğe götürebileceklerdi. Onlara güzel elbiseler alacaklar, hatta Ali Rıza ile Gülbahar şöyle kol kola bile gezebileceklerdi. Kol kola gezmek. Şöyle boğaz kıyısında gezmek yada vapurda boğaz turu yapmak, müthişti onlar için. İşte o zaman gerçekten İstanbul’da yaşadıklarına inanacaklardı. “Umutlanmak” denilen şey umut bu işte. İnsanlar hep onun peşinden koşmuyorlar mı? İnsanlar düşlerini hep onun üzerine kurmuyorlar mı? Yaşamak, umutla, heyecanla yaşamak.


Oysa, onların yaşamı bu zamana kadar bir odanın içine hapis olmuştu. Sadece küçük iki odası olan mahpushane koğuşu gibi. Allah’tan etrafı açık da evin için ışık alıyor. İşte o ışık ve evin küçücük bahçesi bütün dünyalarını değiştiriyordu.


Ali Rıza günün birinde etrafını çevreleyen o kalın duvarları yıkacağını biliyordu. Onun için kader, yazgı diye bir şey vardı ve O, ona inanıyordu, ama onu değiştirmenin yine kendisinin elinde olduğunu da biliyordu. O, etraflarını çevreleyen kalın kara duvarların yıkılacağına yürekten inanıyordu. Onun canı gibi sevdiği Gülbahar’ı, Murat ve Mahmut’u vardı ve her şey onlar içindi, onlar Ali Rıza’nın yaşama iksirleriydi.


Akşam geç saatlere kadar hem konuştular ve hem de aldıkları malların fiyatlarını, liste fiyatlarının üzerine karlarını koyarak etiketlere yazdılar. Etiketleri de poşetlerin içine koydular. Etiketlere fiyatları yazarken yüzde yirmi beş, yüzde otuz kar koyuyorlardı. Ertesi gün Ali Rıza işe giderken yanına götürebildiği kadar mal aldı. İşyerine geldiğinde getirdiği malları masasının yanındaki çelik dolabın boş olan en alt rafına koydu. Ali Rıza masanın üstündeki akşamdan kalan işlerini yapıyor, hem de sabah çayını içiyordu. Çayı yarım olduğu halde Mücella Hanımın yanına gitti.


- Mücella Hanım, görmek ister misiniz? Eşofman çeşitlerinden getirdim de, dedi çekinerek.


- Aa! Öyle mi! Tabi görmek isterim!


Ali Rıza, arkasındaki çelik dolabın en alt rafına koyduğu eşofmanları çıkardı ve Mücella Hanımın masasının üstüne ambalajlı olduğu halde bıraktı. Mücella hanım hakim eşi Deniz Bey ve kendisi için iki eşofman aldı ve parasını da hemen ödedi.


- Siftahım sizden oldu Mücella hanım, inşallah sonu iyi olur, dedi Ali Rıza.


- Ayol! İyi o zaman benim siftahım iyidir. Bugün bunların hepsini bitirirsin sen, gör de bak dedi Mücella hanım.


Gerçekten de o gün öyle tatilinde iş yerine getirdiği malların hepsini bitirmişti. Mücella Hanımdan sonra Cemal Bey, Sema Hanım, Şerife Hanım Havva Hanım Ahmet Bey, İmdat Bey hepsi, kimi kendileri, kimi eşleri için birer eşofman aldılar. Hatta Selahattin ve Necati Beyler de alacaklardı ancak onlara kalmadı. Hem de hiç veresiyesi olmadan. Bugün gerçekten bereketli bir gündü. Bu aynı zamanda arkadaşlarının Ali Rıza’ya sahip çıktıklarını da gösteriyordu. Çünkü kimilerinin gerçekten ihtiyacı vardı. Kimileri de arkadaşlarına destek olsun diye almışlardı.Nasıl olsa aldıkları ne akacak ne de kokacak bir şeydi. Ama bunu Ali Rıza’ya hissettirmemişlerdi.


Ali Rıza’nın yüzü gülüyordu. Akşam evine döndüğünde sattıkları mallardan kazandığı paranın bir kısmıyla meyve, kahvaltılık, Mahmut ile Murat’a çukolata, kaymaklı bisküvi vs. gibi dolu dolu iki paşet tutan yiyecek almıştı. İstanbul’a geldi geleli ilk defa evine sucuk, pastırma, salam alabilmişti. “Çocuklar değişik bir şeyler yesin” diyordu, eve gelirken. Otobüsteki itiş, kakışlar da hiç etkilememişti bile. Her zamanki olan bağrışmaları duymuyordu bile. Cebinde parası da vardı. Yarın işe gidiş parasını düşünmeyecekti. Akşam çocuklarının aldıklarını nasıl da iştahla yiyeceklerini biliyordu. Yine de yokluğun gözü kör olsun diyordu, kendi kendine. Yokluğun gözü kör olsun.


Eve geldiğinde Ali Rıza’ya her zamanki gibi kapıyı Gülbahar açtı.


- Gülbahar, dedi. Bak neler aldım?


- Neler aldın böyle! dedi Gülbahar.


- Görmüyor musun Gülbahar? Hele al sen şunları, Hele bir içeri gireyim.


Gülbahar, Ali Rıza’sının elindeki poşetleri aldı. Kapının iç kısmına koydu. Ali Rıza’sının içeri girmesini bekliyordu. Ayakkabılarını içeri aldı, kapıyı kapattılar, kapının ardında duran poşetleri odanın içine koydular.


- Torbalar bakmayacak mısın Gülbahar? dedi Ali Rıza.


Murat ile Mahmut da hemen yanlarına geldiler. Gülbahar’ın poşetleri


açmasına fırsat vermeden Mahmut hemen poşetlerin içinde bir paketi aldı, kağıdını kopardı,


- Sucuk, dedi. Babam sucuk almış abi bak, diye Murat’a gösteriyordu.


Mahmut ile Murat poşettekileri tek tek çıkardılar. Çocuklar kendi işlerine yarayan bisküvi ve çukolataları aldılar sonra da babaları ne almışsa


hepsini ortaya döktüler.


- Bundan sonra böyle olacak Gülbahar, dedi Ali Rıza. Bundan sonra daha iyi olacak biliyor musun? Götürdüklerimin hepsini sattım.


- Ne güzel, dedi Gülbahar. Allah seni kimselere utandırmasın.


Ali Rıza’nın yanına doğru yanaştı ve elini tuttu.


- Bak, dedi. İyi ki Kazım amca ile konuşmuşuz değil mi? Görüyon mu, para insanı nasıl da değiştiriyo? Yüzlerimiz güldü değil mi? Boşuna dememişler paranın yüzü tatlıdır, diye. İnsanın konuşmasını bile değiştiriyor vallahi, dedi.


Sonra Ali Rıza’nın yanından kalktı Nazlı’nın verdiği elli bin lirayı Ali Rıza’ya verdi.


- Ooo! Dedi Ali Rıza. daha ilk günde malları bitirdik desene Gülbahar.


- Aman sus Ali Rıza. Nazar değer sonra, dedi.


Gülbahar akşam yemeğine o gün yaptığı yemekleri bir tarafa bırakarak sucuklu yumurta yaptı. Salam ve sosislerden de sofraya koydu ve yanında Çamlıca gazozu ile onlara göre mükellef bir akşam yemeğini büyük bir zevkle yediler. Ali Rıza ile Gülbahar yemeklerini yerlerken daha çok Murat ile Mahmut’un yemek yiyişini seyrediyorlardı. Murat ile Mahmut’un da keyiflerine diyecek yoktu bu akşam. Mahmut tabağını, ekmeğinin içiyle öyle iştahla sıyırıyor, ağzını doldura, doldura öyle güzel yiyordu ki.


Gülbahar;


- Oğlum biraz yavaş yesenize. Tabağınızdan başkaları yemeyecek korkmayın. Boğulacaksınız, dedi.


Ali Rıza;


- Bırak Gülbahar, nasıl isterlerse öyle yesinler, dedi.


Ali Rıza’nın evinde çok hoş bir akşam yaşanıyordu. Ertesi gün daha


cesaretli ve daha umutlu bir şekilde yeni bir güne başladı.


Ali Rıza İlk kez Kazım Amca ile mal alışının dışında hep kendisi alıyor, ödemeleri kendisi yapıyordu. Yasa Bey de sevmişti Ali Rıza’yı. Kazım amca gibi o da dürüstlüğünü kanıtlamıştı. Her hafta ödemesini yapıyor, yeni mallar alıyordu. İşe başladığından bu yana ciddi ciro yapmıştı. Yasa Beye açık hesabı sadece bir haftalık olarak bırakıyor, daha uzun bırakmamak için hesabını kitabını ona göre yapıyordu. Bazı haftalar alacaklı duruma bile geçiyordu.


İş yerinde Mücella Hanım, Ali Rıza’dan desteğini hiç esirgemiyor, onun yorgun geldiği günlerde ona fazla iş vermiyordu. Ali Rıza ek iş yapmaya başlayalı altı ayı biraz geçiyordu.


Ali Rıza düşlerini her geçen gün biraz daha gerçekleştiriyor, kendine güveni her geçen gün biraz daha artıyordu. Mahmut’a çok isteyip de alamadığı oyuncakları almış, Murat da atarisine bile kavuşmuştu. Ayrıca bu kadar süre içerisinde azar azar da olsa bir kenarda üç beş kuruş para dahi biriktirebilmişlerdi. Kendisi de hayret ediyordu. Demek ki para ticarette varmış, diyordu. Üçe al beşe sat, fazlası senin. İyi iş doğrusu diyordu.


Gülbahar’ın Nazlı’ya diktiği etek diğer komşular tarafından da beğenilmiş, arkasından haftada bir iki etek pantolon, bayan elbisesi siparişlerini da almaya başlamıştı.


Ali Rıza, Gülbahar’la bütün güçleriyle çalışıyorlardı. Nazlı’nın eteği Gülbahar’a hem umut hem de cesaret vermişti. Altı aylık süre Ali Rıza’nın olduğu kadar Gülbahar İçin de verimli geçmişti. İkisi iki taraftan o geçirdikleri zor günlerine inat durmadan çalışıyorlardı.


1990 yaz’ının ağustos akşamında Gülbahar evin ön tarafında bulunan küçük bahçeye eski bir masa koymuş ve akşam yemeklerini dışarıda yemek istiyorlardı. Murat ile Mahmut sınıflarını geçmenin rahatlığını yaşıyorlardı. Ali Rızax para kazanmanın tadına varmıştı. Büyük bir hırsla çalışıyordu. Gülbahar’a, çocuklarına yaşattıkları sıkıntıları unutturacaktı. Hırslıydı ama ne iş yerinde, ne de başka bir yerde, para Ali Rıza’yı değiştirmişti. Her zamanki gibi mütevazı ve saygılıydı. Cumartesi, pazar bile geç vakitlere kadar çalışıyordu.


O akşam bir günü daha geride bırakmışlardı. Bu güzel yaz gününün akşamında gecekondularının bahçesinde yemek yemenin keyfini çıkarıyorlardı. Birden;


- Olmadı be Gülbahar, dedi Ali Rıza.


Gülbahar ağzına kaşığı götürürken, birden bire Ali Rıza’ya baktı.


- Ne yaptım ki, Ali Rıza? dedi.


Ali Rıza;


- Valla bu akşam burada böyle bir tekel birası olsaydı ne hoş olurdu demi? dedi. Çoktandır da içmedik şu mereti hani.


- Aman Ali Rıza! Ben de bir şey söyleyeceksin sanmıştım. Düşündüğün şeye bak. Seni duyanlar da birasız yaşayamıyor sanacaklar.


- Ne var yani şurada ağzımızın tadıyla yemeğimizi yiyoruz.


- Pekala tamam vazgeçtim. O zaman buna şöyle bir bardak su ver hele, dedi Ali Rıza.


Murat babasına bir bardak suyu getirdi.


- Bak Gülbahar, dedi Ali Rıza. Bunu görüyor musun?


- Suu! Dedi Gülbahar.


- Evet su, Ama, bunu bira niyetine içiyorum, dedi ve “bira niyetine” diyerek bir dikişte suyu içti.


Ali Rıza suyu bira niyetine içtiğinde memleketinde geçirdiği eski günleri anımsadı ve biraz da olsa paralanmanın keyfini çıkartmaya çalışıyordu. Aslında Ali Rıza yine de daha işin çok başında olduğunu biliyordu. Çok çalışması ve İstanbul’a yenilmemesi gerektiğini de. Bir zamanlar özlemini duyduğu ve şu anda yaşamını sürdürdüğü “taşı toprağı altın” olan İstanbul’un altın yataklarını bulmak zorunda hissediyordu kendini.


Ali Rıza, Gülbahar ile gelecekle ilgili sohbet ediyorlar ve akşamın keyfini çıkarıyorlardı. Parasızlık yüzünden yapılan kavgalar, bağrışmalar yerini tatlı sohbetlere bırakmıştı. Ali Rıza birden bire;


- Bak Gülbahar, dedi. İki yıla yakındır İstanbul’dayız. Ne anam babam bizi aradı, ne de bir kimse. Anama mektup göndermemize rağmen şu zamana kadar bir cevap dahi gelmedi. Anamın okuması yazması olsa anam durmaz yazardı da, babam, işte babam inadım inat diyor. Allah’tan gelen giden oluyor da arada bir onlardan haberlerini alabiliyoruz. Allah uzun ömürler versin ne yapalım. Diyorum ki, yarın bir mektup daha yazalım. Belki babamın, bize karşı olan hırsı inmiştir ha ne dersin? İzinde de çoluk çocuk bir köy yaparız.


- Valla iyi olur, dedi Gülbahar. elbette iyi olur. Doğrusunu istersen ben de özledim köyü. Ama ne olursa olsun onlar bizim atamız Ali Rıza’m atamız. Onlar bizleri kapıdan kovsa bacadan girmemiz lazım. Hiç et tırnaktan ayrılır mı? Ayrılsa bile onun acısı hiç kolay kolay diner mi Ali Rıza, diner mi hiç?


- Anamı çok özledim biliyor musun Gülbahar? dedi Ali Rıza. Öyle özledim ki, burnumda tütüyor. Yok, yok yarın hem bir mektup yazacam, hem de telefon edecem babama. Babam biraz inatçıdır ama yine de telefon edecem. Ben de bir babayım. Ben çocuklarımdan Murat’ımdan Mahmut’umdan hiç vazgeçebilir miyim? Vazgeçemem. Babam da benden vazgeçemez biliyorum.


Sohbet anadan, babadan açılınca, hele köyden, köydeki anılar tazelenmeye başlayınca bitmek bilmiyordu. Tıpkı askerlik anıları gibi bir başlamaya görsün. Konu, konuyu açıyor, bazen gülüşüyorlar bazen sessiz, sessiz birbirlerine bakıyorlardı. Bazen hüzünleniyorlardı. Gülbahar derin bir “iç” geçirdi.


- Hayrola Gülbahar. niye içini geçirdin ki? dedi.


- Yok bir şey Ali Rıza, yok bir şey, dedi. Ya ben. Ben kimi görecem köyde. Hadi sen özlersin, ben neyi özleyeyim ki. anam, babam, ablam doğru dürüst bir gün yüzü görmeden bu dünyadan göçüp gittiler. Bunlar aklıma geldikçe üzülüyorum işte biliyor musun? İç geçirmem de ondandır. Yoksa ne ki? Allah seni başımızdan eksik etmesin Ali Rıza’m eksik etmesin, dedi Gülbahar .


Ali Rıza, sandalyesini Gülbahar’ın sandalyesinin yanına yanaştırdı. başını göğsüne yaslayarak, başörtüsünün altından saçlarını okşamaya başladı.


- Bak Gülbahar, dedi. Ali Rıza. Ciddi diyorum. İzini köyde geçirelim. Hem anan, baban diğer ölmüşlerin için de bir mevlit okuturuz. Ne dersin?


- Sahi mi diyorsun Ali Rıza! Dedi. Ali Rıza Gülbahar’ı heyecanlandırmıştı..


- Sahi diyorum tabi. Ne var ki? Hem senin anan, baban diğer ölmüşlerin için, hem de benim ölmüşlerim için. İyi olmaz mı?


- Hem de nasıl iyi olur. Hiç iyi olmaz mı? dedi Gülbahar.


Vakit de bir hayli ilerlemiş, akşam yemeği gece yemeğine dönüşmüştü. Hava güzel, sohbet güzel, bir de moral güzel olunca, vaktin nasıl geçtiğini anlamıyor insan. Ali Rıza ile Gülbahar da zaten vaktin nasıl geçtiğini anlayamamışlardı


Bahçeye kurdukları sofrayı birlikte topladılar. Murat ile Mahmut’u da içeri aldılar. Artık saat gece yarısına geliyordu. Gece o kadar sessizdi ki, böceklerin hışırtısı duyuluyorken, yıldızlarla dolu gökyüzü ve güneş gibi parlak, dolunay tüm endamıyla kendini gökyüzünün derinliklerine sallandırıvermişti. Bu sessizlik, kapının kapanmasıyla bozuldu. Az sonra evin içinde yanan ışıklar da söndü. Dışarıdaki sessizlik şimdi Ali Rıza’nın evinde de hakimdi. Dışarıdaki huzur da, hoşluk da, günden güne belirgin bir şekilde görülüyordu Ali Rıza’nın evinde.


Ertesi gün pazardı ve deliksiz uyku çekmenin tam sırasıydı.



0 yorum:

Yorum Gönder