Gülbahar kumaşı Nazlı’nın elinden aldı. İyice açtı. İç, dış inceledi, evirdi çevirdi,
- Tabi, dedi. Tabi Nazlı, istediğin gibi eteklik çıkar.
- Aaa! İyi o zaman kız, bundan bana bir etek yap be Gülbahar, dedi.
- Tabi yaparım Nazlı, dedi. Hiç olmazsa makinenin pasını açmış oluruz. Hele bir kalk bakalım, kahvelerimiz soğuyana kadar ben de senin ölçünü alayım
Bir hoş olmuştu. İçinden “Allah her zaman doğrunun yardımcısı olur” dedi. Galiba işler umdukları gibi gidecekti. Kahvelerini içtiler ve “neyse halin çıksın falin” dedikten sonra fincanlarını gülüşerek kapattılar.
Gülbahar’ın ayaklı singer marka bir dikiş makinesi vardı. Evinin bir köşesinde bu zamana kadar boşu boşuna yer işgal ediyordu. Artık o da bir işe yayacaktı. Dikiş makinenin üzerindeki örtüyü kaldırdı ve makinenin gözünden mezureyi çıkarttı. Nazlı’nın bel ve etek boy ölçülerini aldı.
- Eteği nasıl istiyorsun Nazlı, dedi. Düz, etek yırtmaçlı, çift yırtmaçlı, nasıl olsun, dedi.
- Tek yırtmaçlı olsun kız. Şöyle diz kapaklarımın biraz üstünde olsun hani biliyon mu?
- Karışmak gibi olmasın da. biraz kısa olmuyor mu Nazlı? dedi.
- Olsun kız. Daha kaç yaşındayız ki şunun şurasında. İleride nasıl olsa giyemeyiz zaten. Sen benim dediğim gibi yap boş ver gerisini, dedi.
- Peki, dedi. Sen hiç merak etme. İstediğin gibi yaparım.
- Bak Gülbahar kız, dedi Nazlı. Her şey tamam iyi güzel de, kaça dikeceksin bir de bunu söyle de ona göre borcumu bileyim. Valla hiç de para lafını etmiyok.
Nazlı’nın Gülbahar’ın diğer komşularından bir farkı da, her şeyde dobra olması idi. Son söyleyeceğini önceden söyleyiverir, işin içinden çıkardı. Ağzı biraz kalabalıktı ama, yüreğinde hiç kimseye karşı kötülük yoktu. Her şeyi apaçık ortaya konuşurdu.
- Aman sen de, dedi Gülbahar. Hele bir dikelim bakalım. Beğenecek misin, beğenmeyecek misin? Eğer beğenirsen verirsin bir şeyler canım. Aramızda paranın lafı mı olur.
- Pekala, dedi Nazlı. Ne zaman dikersin?
- Sana acele mi lazım
- Kız bir an önce dikilse de giysek fena mı olur, dedi.
Bu arada Nazlı kapattıkları finsanın dibine parmağı ile soğup soğmadığını anlamak için bastı.
- Ayol kahvelerimiz de soğumuş. Hele dur bakalım. Biraz döktürü, döktürü verelim içimizdeki palavralarımızı, dedi Nazlı.
Gülbahar soğuyan kahveleri önlerine getirdi. Nazlı önce Gülbahar’ın kahvesine bakmak üzere fincanı eline aldı. Fincanı ters çevirir çevirmez de;
- Ay, ay, ayy,! Gülbahar, ne böyle ya! Yüreğin kabarık dünyanın yükünü sen mi çekiyon kız. Aman amaaan!
- Ya Nazlı çatlatma insanı Allah aşkına. Ne söyleyeceksen söyle, dedi Gülbahar.
- Yok, yok. Valla yüreğin kabarık ama falın çok güzel kız. Bak, bak iki tane balık var, görüyor musun? Balık kısmettir kız, kısmet.
- Gülbahar’ın balık, malık gördüğü yoktu. Ama Nazlı da güzel şeyler söylüyordu hani. Hoşuna da gidiyordu. Can kulağı ile Nazlı’yı dinlerken birden;
- Aa! Gülbahar kız, O iki küçük balığın dışında bitane de büyük bir balık görünüyo. Sen de bak. Kendi gözlerinle gör. Bu da büyük kısmet kız. Neler çeviriyorsunuz öyle. Bak bir de, ev mi ne? Büyük bişey var burada. Kısa vakitte. Üç ay, altı ay, bilemedin en fazla bir yıl içinde kız. Aa, Aaa! Hem de yüksekçe bi yerde, dedi Nazlı.
- Aman Nazlı. nerede o günler. Biz kim, ev alma kim. Şu boğazımızı rahat bi doyursaydık, ev aldık sayardık.
- Yok, yok! dedi Nazlı. Bu ne biçim fal böyle kız. Ben böyle bir falı hayatımda görmedim ayrıca sana toplu bir para gözüküyor. Bir yerden toplu para geliyor.
- Yok be Nazlı, bize para, mara gelecek bir yer yok kız.
- Ne bileyim burada öyle çıkıyor, kızım. Palavra, malavra ama ben de gördüğümü söylüyorum, dedi Nazlı. Bak aile içinde ufak tefek huzursuzluklar yaşamışsınız. Ancak, yakın zamanda o da bitecek. Amaan ne güzel bir fal bu böyle, dedi. Nazlı kafasını sallayarak. Sonra fincanın kapağına baktı. Ay vallahi aynı balık tabakta da çıktı kız, hem de büyük olanından, dedi Nazlı
Tabağın içine “tü, tü, tüü” diyerek;
- Yok, yok bu fala daha fazla bakılmaz. Yıka bu fincanı hemen kız, yıka, dedi Nazlı.
Gülbahar tabağı ve fincanı aldı ve yıkadı. Nazlı, kendi fincanına gelince “bu falın ardından benimkine bakılmaz artık” dedi. Kendi tabağını ve fincanını da mutfağa bıraktı.
Gülbahar;
- Sen bizde ne var ne yok öğrendin ama sen kendine bakmadın, ben seninkileri öğrenemedim Nazlı hanım. Öyle olmuyor ama!
- Benim her şeyim ortada be Gülbahar. Boş ver benimkileri. Benim falım da halim de bes belli ortalarda. Ne çıkacağı belli zaten sarhoş bi koca ve uzun ve karanlık olan ince bir yol. İşte öyle bir şey be canım, dedi. Sonra da
- Eh artık bana müsaade Gülbahar, ben artık gideyim, diyerek gitmek için ayağa kalktı, para çantasından elli bin lira çıkararak, Gülbahar’ın eline sıkıştırdı.
- Siftah olsun kız Gülbahar. İşe başlatılırken adettendir bu tamam mı? Bu hafta alabilir miyim kız.
- Tabi, tabi inşallah bi mani olmazsa alırsın, dedi Gülbahar.
Nazlı’yı yolcu etti. Yüzünde tatlı bir tebessüm, heyecan ve mutluluk vardı. Avucunun içindeki elli bin liraya baktı, baktı, “Hey kurban olduğum Allah’ım, sen nelere kadirsin” dedi. Elindeki parayı dikiş makinesinin üstüne bıraktı, sonra da Nazlı’nın bıraktığı kumaşı tekrar eline aldı. Evirdi, çevirdi.
- Güzel bir kumaşmış. Şu Nazlı de ne kadın ha! dedi. Aferin ama kendine bakıyo kadın. O şartlarda hayattan zevk almasını biliyo, dedi. Şöyle, güzel bir etek dikeyim de. Hem millet beğenirse gerisinin gelmesi için bir başlangıç da olur, diye kendi kendine söyleniyordu. Kumaşı katladikiş makinesinin üzerindeki elli liranın üstüne koydu ve ev işlerini yapmaya koyuldu.
Diğer tarafta Kazım amca çay servisini yapmış, bir tane de kendine çay koymuştu. Çay ocağının bir köşesinde duran, iskemlenin üzerinde, hem sigarasını içiyor hem de çayından yudumluyordu. Dalgındı. Gözleri boş, boş etrafı seyrediyordu. Alımlı Zarife çay ocağına gelmiş Kazım amcadan birkaç defa çay istemiş ancak, Kazım amcaya duyuramamıştı. Alımlı Zarife ki, bu adı ona işyerindeki arkadaşları takmıştı. Çünkü giyimine makyajına çok önem veriyordu. Doğrusu “al benisi biraz fazlaydı. Alımlı Zarife yirmi iki yaşındaydı. Bekar, buğday tenli, yeşil gözlü, düz sarı saçlı dünya tatlısı bir mesai arkadaşıydı..
- Heey Kazım amca, hayrola! Karadeniz’de gemilerin mi battı. Ne bu hal böyle, dedi Alımlı Zarife.
Kazım amcanın sigarasının külü uzamış, döküldüm, dökülüyorum gibi. Alımlı Zarife’nin bu sözüne karşın birden bire;
- Hıı! dedi. Ve elindeki sigara külünü üzerine düşürdü. “Efendim Alımlı Kızım” dedi Kazım amca
- Ya Kazım Amca, bugün senin bu halin ne böyle? Dalmış gitmişsin. Çay istedim, kaç kez seslendim duymuyorsun bile.
- Ah be kızım! Ah be kızım! Bu memleket niye böyle oldu? Bu memleketi yönetenlerin işine bir türlü aklım sırrım ermiyor. Hadi biz okumadık, cahiliz bu işi yapıyoruz onun için de kaderimize razıyız. Ya okuyanlara ne demeli? Onların hali bizden perişan.
Alımlı Zarife, Kazım amcanın konuştuklarından hiçbir şey anlamamıştı.
- Ne oldu Kazım amca? Ne söylemeye çalışıyorsun? Zaten birazcık aklım vardı, sabah sabah onu da sen karıştırma, dedi.
Kazım amcanın her iki yanağını avuçlarının içine alarak gönlünü almak istiyordu.
- Uzun lafın kısası, sen şimdi çay istiyorsun, değil mi kızım, dedi.
- Yok, yok sen otur Kazım amca. Ben kendi çayımı koyarım. Sen otur, dedi. Sağ ol kızım ben çayını koyarım. Bu benim işim. Hele sen geç yerine ben çayını getiririm, dedi Kazım amca.
- Ne var ki, Kazım Amca, bu sefer de çayımı ben koyayım. İstersen sana da bir bardak koyayım he, ister misin? Çayın soğumuştur, dedi.
- Yok, yok. Teşekkür ederim kızım. Herkes kendi işini yapsın, herkes kendi işinin üstüne düşsün, dedi.
Kazım amca, Alımlı Zarife’nin çayını masasına bıraktı. Masanın karşısındaki sandalyede oturdu.
- Bak güzel kızım, dedi. Benim bir komşum var, belediyede memur. İşte onu düşünüyordum. Hani dedin ya “Karadeniz’de gemilerin mi battı diye” işte o. Vallahi hali içler acısı. Dün akşam, inan yüreğim parçalandı. Dün bana geldi. Durumlarının iyi olmadığını, ek iş yapmak istediğini söyledi. Karısı, bizim hanımdan benim iş çıkışı bir şeyler yaptığımı öğrenmiş. Dün akşam iç çıkışı onunla benim mal aldığım yere gittik. Gidip gelirken biraz konuştuk da, dışarıya bir şey hissettirmiyorlar ama durumlarını heç beğenmedim. İki çocuk. İkisi de ilk mektebe gidiyor. Aldığı üç kuruş maaş. Bunlar da İstanbul hayaliyle, buraya gelenlerden. Ne tuhaf değil mi? İstanbul’u bilenler İstanbul’dan kaçıyor, bilmeyenler de İstanbul’a kaçıyor. Yani her iki taraf da kaçıyor. İşte ona biraz mal aldık. Çok da iyi niyetli zahir. Temiz, pırıl, pırıl biri. Akıllı da. Evcimen tam bizim Anadolu insanımız. Bakalım ne yapacak. İşte onları düşünüyordu be kızım. Onlar gibi insanlar, bu İstanbul’un pençesine paçasını bir kaptırmaya görsünler, bir daha kurtaramıyorlar kızım, kurtaramıyorlar, dedi. Kazım amca.
- Haklısın galiba Kazım amca, dedi alımlı Zarife. Haklısın valla. İstanbul’u herkes can simidi sanıyor. Onun için de kendini atıveriyorlar buraya, sonra da yandımları oynuyorlar.
- Her neyse kızım. Her neyse benim dalmam da bundandı işte. Şimdi anladın mı? Alımlı zarife kızım, dedi Kazım amca.
- Aman Kazım amca, dedi. Bana “Alımlı Zarife” deme ne olur, dedi. Benim adım Za-ri-fe. Hoş, ismimi de değiştittireceksiniz bu gidişle ya neyse.
- Neden kızım, ne güzel ismin var. Tam bayan ismi. Zarif, hoş, güzel. Öyle değil mi?
- Öyle ama ne bileyim Kazım amca. Sanki bir acayipmiş gibi geliyor bana alımlı filan diyorsunuz ya, sanki ne bileyim...İşte onun için istemiyorum.
- Yok, yok. İsmin çok güzel hakikaten çok güzel. Kendin de güzelsin kızım. Alımlısın tabi.Dikkat da çekiyorsun.Ne var bunda sizi de anlamak zor biliyor musun. İnşallah şansın da güzel olur, dedi Kazım Amca.
Sonra oturduğu yerden kalktı, bardakları aldı ve çay ocağına gitti.
Ali Rıza, Mücella Hanım’ın masasında dünkü olayları Mücella hanıma anlatıyordu. Kah heyecanlı, heyecanlı, kah üzüntülü, başı önde. “mecburum Mücella hanım mecburum” diyordu. “Başka çarem kalmadı” diyordu.
Mücella Hanım, Ali Rıza’yı can kulağı ile dinliyor, zaman zaman da; “Haklısınız Ali Rıza Bey” diyordu. “hepimizin başında, hepimiz aynı sıkıntıları çektik. Hala da bir çoğumuz çekiyoruz. Sen en doğrusunu yapıyorsun. Şartlar bunu gerektiriyor,” diye Ali Rıza’ya moral veriyordu.
- Bize düşen ne ise yaparız, hiç canını sıkma, dedi. Niye getirmedin aldıklarını. Bugün görseydik bari ayol. Bize uygun bir şeyler var mı, bakardık canım, dedi.
- Size sormadan getirmedim, dedi Ali Rıza. Böyle damdan düşer gibi oluyor, diye düşündüm. Hem, Gülbahar alınan malları ayıracak. Ne olacak göreceğiz.
- Hele sen bir buraya da getir. Görürsün arkadaşlar arasında alanlar da çıkacaktır. Mesela ben bir iki tane alırım. Onun da eşofmanları eskimişti zaten. Beyin giyim işine ben bakarım. O, vakit bulup da bu işlerle ilgilenemez.
- Affedersiniz Mücella Hanım, beyiniz ne iş yapıyor? dedi.
- Hakim, dedi Mücella Hanım
- Hakim mi?
- Evet, İstanbul adliyesinde Hakim. Sultanahmet’te yani. Ne var, niye şaşırdın ki?
- Hani bu zamana kadar hakimle, savcıyla, avukatla hiç işim olmadı dedi. Onlardan oldum olası hep korkmuşumdur.
- Doğru, dedi Mücella Hanım. Yine de olmasın. Ama bir işin düşerse de haberimiz olsun. Ne olur ne olmaz. Dünya hali bu. Deniz Bey beni işlerine karıştırmaz. Ama yine de sen bil, dedi Mücella hanım.
Ali Rıza, Mücella hanıma, ilgisinden dolayı teşekkür etti. Masasına gitti ve masasının üstündeki dünden kalma işleri yapmaya başladı.
Ali Rıza akşam evine geldiğinde Murat ile Mahmut ders çalışıyorlardı.
- Gülbahar, dedi. Dün akşam malları eve getirdiğimde içimde bir burukluk, bir korku vardı. Bu işi yapamama korkusu. Bugün bütün korkularım gitti biliyor musun? Bugün nasıl olduysa oldu. Korkum ve kuşkularım kayboldu. Biz bu işin üstesinden geleceğiz.
Gülbahar can kulağı ile Ali Rıza’yı dinliyordu. Hiç sözünü kesmiyor,
gözlerini gözlerinden ayırmıyordu.
- Biliyorum, dedi Gülbahar. Biliyorum. Ben de inanıyorum, bu işi başaracaksın.
Dikiş makinesinin üstünde duran kumaşı aldı.
- Bak Ali Rıza, bu ne biliyor musun? dedi.
Ali Rıza, bir Gülbahar’ın elindeki kumaşa baktı, bir Gülbahar’a ve yavaşça;
- Kumaş! dedi.
- Evet kumaş. Ama benim olmayan bir kumaş, dedi Gülbahar.
- İyi de Gülbahar, dedi Ali Rıza. Bilmece gibi ne sorup duruyorsun.
- Bu da benim ilk siparişim ve elli bin lira da para aldım, dedi Gülbahar.
- Ne siparişi? Ne parası? dedi Ali Rıza şaşırmış bir şekilde.
- Etek... Sarhoş Hamdi var ya işte onun karısı geldi bu sabah.
- Eee!
- Yani Kendisine eteklik dikmemi istedi.. Elli bin lira da para verdi.
- Bak şu Allah’ın işine. Desene ikimiz de iyi başladık.
- Evet, dedi Gülbahar. İyi başladık. İnşallah iyi de devam eder.
- Pekala Gülbahar, dedi Ali Rıza. Konuşmaya daldık yemeği unuttuk. Benim karnım zil çalıyor.
Bu akşam, diğer akşamlara göre çok farklı bir akşam yaşanmıştı. Ali Rıza’ya Nazlı’nın baktığı kahve falını anlattı. “Anlatırken ağzından bal akıyordu” diyordu. “Tabağa bile doğru dürüst bakamadı nazar değer diye” diyordu. Öyle hoş anlatıyordu ki Gülbahar, gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Onlar da çocuklarını arada bir de olsa artık pazar günleri pikniğe götürebileceklerdi. Onlara güzel elbiseler alacaklar, hatta Ali Rıza ile Gülbahar şöyle kol kola bile gezebileceklerdi. Kol kola gezmek. Şöyle boğaz kıyısında gezmek yada vapurda boğaz turu yapmak, müthişti onlar için. İşte o zaman gerçekten İstanbul’da yaşadıklarına inanacaklardı. “Umutlanmak” denilen şey umut bu işte. İnsanlar hep onun peşinden koşmuyorlar mı? İnsanlar düşlerini hep onun üzerine kurmuyorlar mı? Yaşamak, umutla, heyecanla yaşamak.
Oysa, onların yaşamı bu zamana kadar bir odanın içine hapis olmuştu. Sadece küçük iki odası olan mahpushane koğuşu gibi. Allah’tan etrafı açık da evin için ışık alıyor. İşte o ışık ve evin küçücük bahçesi bütün dünyalarını değiştiriyordu.
Ali Rıza günün birinde etrafını çevreleyen o kalın duvarları yıkacağını biliyordu. Onun için kader, yazgı diye bir şey vardı ve O, ona inanıyordu, ama onu değiştirmenin yine kendisinin elinde olduğunu da biliyordu. O, etraflarını çevreleyen kalın kara duvarların yıkılacağına yürekten inanıyordu. Onun canı gibi sevdiği Gülbahar’ı, Murat ve Mahmut’u vardı ve her şey onlar içindi, onlar Ali Rıza’nın yaşama iksirleriydi.
Akşam geç saatlere kadar hem konuştular ve hem de aldıkları malların fiyatlarını, liste fiyatlarının üzerine karlarını koyarak etiketlere yazdılar. Etiketleri de poşetlerin içine koydular. Etiketlere fiyatları yazarken yüzde yirmi beş, yüzde otuz kar koyuyorlardı. Ertesi gün Ali Rıza işe giderken yanına götürebildiği kadar mal aldı. İşyerine geldiğinde getirdiği malları masasının yanındaki çelik dolabın boş olan en alt rafına koydu. Ali Rıza masanın üstündeki akşamdan kalan işlerini yapıyor, hem de sabah çayını içiyordu. Çayı yarım olduğu halde Mücella Hanımın yanına gitti.
- Mücella Hanım, görmek ister misiniz? Eşofman çeşitlerinden getirdim de, dedi çekinerek.
- Aa! Öyle mi! Tabi görmek isterim!
Ali Rıza, arkasındaki çelik dolabın en alt rafına koyduğu eşofmanları çıkardı ve Mücella Hanımın masasının üstüne ambalajlı olduğu halde bıraktı. Mücella hanım hakim eşi Deniz Bey ve kendisi için iki eşofman aldı ve parasını da hemen ödedi.
- Siftahım sizden oldu Mücella hanım, inşallah sonu iyi olur, dedi Ali Rıza.
- Ayol! İyi o zaman benim siftahım iyidir. Bugün bunların hepsini bitirirsin sen, gör de bak dedi Mücella hanım.
Gerçekten de o gün öyle tatilinde iş yerine getirdiği malların hepsini bitirmişti. Mücella Hanımdan sonra Cemal Bey, Sema Hanım, Şerife Hanım Havva Hanım Ahmet Bey, İmdat Bey hepsi, kimi kendileri, kimi eşleri için birer eşofman aldılar. Hatta Selahattin ve Necati Beyler de alacaklardı ancak onlara kalmadı. Hem de hiç veresiyesi olmadan. Bugün gerçekten bereketli bir gündü. Bu aynı zamanda arkadaşlarının Ali Rıza’ya sahip çıktıklarını da gösteriyordu. Çünkü kimilerinin gerçekten ihtiyacı vardı. Kimileri de arkadaşlarına destek olsun diye almışlardı.Nasıl olsa aldıkları ne akacak ne de kokacak bir şeydi. Ama bunu Ali Rıza’ya hissettirmemişlerdi.
Ali Rıza’nın yüzü gülüyordu. Akşam evine döndüğünde sattıkları mallardan kazandığı paranın bir kısmıyla meyve, kahvaltılık, Mahmut ile Murat’a çukolata, kaymaklı bisküvi vs. gibi dolu dolu iki paşet tutan yiyecek almıştı. İstanbul’a geldi geleli ilk defa evine sucuk, pastırma, salam alabilmişti. “Çocuklar değişik bir şeyler yesin” diyordu, eve gelirken. Otobüsteki itiş, kakışlar da hiç etkilememişti bile. Her zamanki olan bağrışmaları duymuyordu bile. Cebinde parası da vardı. Yarın işe gidiş parasını düşünmeyecekti. Akşam çocuklarının aldıklarını nasıl da iştahla yiyeceklerini biliyordu. Yine de yokluğun gözü kör olsun diyordu, kendi kendine. Yokluğun gözü kör olsun.
Eve geldiğinde Ali Rıza’ya her zamanki gibi kapıyı Gülbahar açtı.
- Gülbahar, dedi. Bak neler aldım?
- Neler aldın böyle! dedi Gülbahar.
- Görmüyor musun Gülbahar? Hele al sen şunları, Hele bir içeri gireyim.
Gülbahar, Ali Rıza’sının elindeki poşetleri aldı. Kapının iç kısmına koydu. Ali Rıza’sının içeri girmesini bekliyordu. Ayakkabılarını içeri aldı, kapıyı kapattılar, kapının ardında duran poşetleri odanın içine koydular.
- Torbalar bakmayacak mısın Gülbahar? dedi Ali Rıza.
Murat ile Mahmut da hemen yanlarına geldiler. Gülbahar’ın poşetleri
açmasına fırsat vermeden Mahmut hemen poşetlerin içinde bir paketi aldı, kağıdını kopardı,
- Sucuk, dedi. Babam sucuk almış abi bak, diye Murat’a gösteriyordu.
Mahmut ile Murat poşettekileri tek tek çıkardılar. Çocuklar kendi işlerine yarayan bisküvi ve çukolataları aldılar sonra da babaları ne almışsa
hepsini ortaya döktüler.
- Bundan sonra böyle olacak Gülbahar, dedi Ali Rıza. Bundan sonra daha iyi olacak biliyor musun? Götürdüklerimin hepsini sattım.
- Ne güzel, dedi Gülbahar. Allah seni kimselere utandırmasın.
Ali Rıza’nın yanına doğru yanaştı ve elini tuttu.
- Bak, dedi. İyi ki Kazım amca ile konuşmuşuz değil mi? Görüyon mu, para insanı nasıl da değiştiriyo? Yüzlerimiz güldü değil mi? Boşuna dememişler paranın yüzü tatlıdır, diye. İnsanın konuşmasını bile değiştiriyor vallahi, dedi.
Sonra Ali Rıza’nın yanından kalktı Nazlı’nın verdiği elli bin lirayı Ali Rıza’ya verdi.
- Ooo! Dedi Ali Rıza. daha ilk günde malları bitirdik desene Gülbahar.
- Aman sus Ali Rıza. Nazar değer sonra, dedi.
Gülbahar akşam yemeğine o gün yaptığı yemekleri bir tarafa bırakarak sucuklu yumurta yaptı. Salam ve sosislerden de sofraya koydu ve yanında Çamlıca gazozu ile onlara göre mükellef bir akşam yemeğini büyük bir zevkle yediler. Ali Rıza ile Gülbahar yemeklerini yerlerken daha çok Murat ile Mahmut’un yemek yiyişini seyrediyorlardı. Murat ile Mahmut’un da keyiflerine diyecek yoktu bu akşam. Mahmut tabağını, ekmeğinin içiyle öyle iştahla sıyırıyor, ağzını doldura, doldura öyle güzel yiyordu ki.
Gülbahar;
- Oğlum biraz yavaş yesenize. Tabağınızdan başkaları yemeyecek korkmayın. Boğulacaksınız, dedi.
Ali Rıza;
- Bırak Gülbahar, nasıl isterlerse öyle yesinler, dedi.
Ali Rıza’nın evinde çok hoş bir akşam yaşanıyordu. Ertesi gün daha
cesaretli ve daha umutlu bir şekilde yeni bir güne başladı.
Ali Rıza İlk kez Kazım Amca ile mal alışının dışında hep kendisi alıyor, ödemeleri kendisi yapıyordu. Yasa Bey de sevmişti Ali Rıza’yı. Kazım amca gibi o da dürüstlüğünü kanıtlamıştı. Her hafta ödemesini yapıyor, yeni mallar alıyordu. İşe başladığından bu yana ciddi ciro yapmıştı. Yasa Beye açık hesabı sadece bir haftalık olarak bırakıyor, daha uzun bırakmamak için hesabını kitabını ona göre yapıyordu. Bazı haftalar alacaklı duruma bile geçiyordu.
İş yerinde Mücella Hanım, Ali Rıza’dan desteğini hiç esirgemiyor, onun yorgun geldiği günlerde ona fazla iş vermiyordu. Ali Rıza ek iş yapmaya başlayalı altı ayı biraz geçiyordu.
Ali Rıza düşlerini her geçen gün biraz daha gerçekleştiriyor, kendine güveni her geçen gün biraz daha artıyordu. Mahmut’a çok isteyip de alamadığı oyuncakları almış, Murat da atarisine bile kavuşmuştu. Ayrıca bu kadar süre içerisinde azar azar da olsa bir kenarda üç beş kuruş para dahi biriktirebilmişlerdi. Kendisi de hayret ediyordu. Demek ki para ticarette varmış, diyordu. Üçe al beşe sat, fazlası senin. İyi iş doğrusu diyordu.
Gülbahar’ın Nazlı’ya diktiği etek diğer komşular tarafından da beğenilmiş, arkasından haftada bir iki etek pantolon, bayan elbisesi siparişlerini da almaya başlamıştı.
Ali Rıza, Gülbahar’la bütün güçleriyle çalışıyorlardı. Nazlı’nın eteği Gülbahar’a hem umut hem de cesaret vermişti. Altı aylık süre Ali Rıza’nın olduğu kadar Gülbahar İçin de verimli geçmişti. İkisi iki taraftan o geçirdikleri zor günlerine inat durmadan çalışıyorlardı.
1990 yaz’ının ağustos akşamında Gülbahar evin ön tarafında bulunan küçük bahçeye eski bir masa koymuş ve akşam yemeklerini dışarıda yemek istiyorlardı. Murat ile Mahmut sınıflarını geçmenin rahatlığını yaşıyorlardı. Ali Rızax para kazanmanın tadına varmıştı. Büyük bir hırsla çalışıyordu. Gülbahar’a, çocuklarına yaşattıkları sıkıntıları unutturacaktı. Hırslıydı ama ne iş yerinde, ne de başka bir yerde, para Ali Rıza’yı değiştirmişti. Her zamanki gibi mütevazı ve saygılıydı. Cumartesi, pazar bile geç vakitlere kadar çalışıyordu.
O akşam bir günü daha geride bırakmışlardı. Bu güzel yaz gününün akşamında gecekondularının bahçesinde yemek yemenin keyfini çıkarıyorlardı. Birden;
- Olmadı be Gülbahar, dedi Ali Rıza.
Gülbahar ağzına kaşığı götürürken, birden bire Ali Rıza’ya baktı.
- Ne yaptım ki, Ali Rıza? dedi.
Ali Rıza;
- Valla bu akşam burada böyle bir tekel birası olsaydı ne hoş olurdu demi? dedi. Çoktandır da içmedik şu mereti hani.
- Aman Ali Rıza! Ben de bir şey söyleyeceksin sanmıştım. Düşündüğün şeye bak. Seni duyanlar da birasız yaşayamıyor sanacaklar.
- Ne var yani şurada ağzımızın tadıyla yemeğimizi yiyoruz.
- Pekala tamam vazgeçtim. O zaman buna şöyle bir bardak su ver hele, dedi Ali Rıza.
Murat babasına bir bardak suyu getirdi.
- Bak Gülbahar, dedi Ali Rıza. Bunu görüyor musun?
- Suu! Dedi Gülbahar.
- Evet su, Ama, bunu bira niyetine içiyorum, dedi ve “bira niyetine” diyerek bir dikişte suyu içti.
Ali Rıza suyu bira niyetine içtiğinde memleketinde geçirdiği eski günleri anımsadı ve biraz da olsa paralanmanın keyfini çıkartmaya çalışıyordu. Aslında Ali Rıza yine de daha işin çok başında olduğunu biliyordu. Çok çalışması ve İstanbul’a yenilmemesi gerektiğini de. Bir zamanlar özlemini duyduğu ve şu anda yaşamını sürdürdüğü “taşı toprağı altın” olan İstanbul’un altın yataklarını bulmak zorunda hissediyordu kendini.
Ali Rıza, Gülbahar ile gelecekle ilgili sohbet ediyorlar ve akşamın keyfini çıkarıyorlardı. Parasızlık yüzünden yapılan kavgalar, bağrışmalar yerini tatlı sohbetlere bırakmıştı. Ali Rıza birden bire;
- Bak Gülbahar, dedi. İki yıla yakındır İstanbul’dayız. Ne anam babam bizi aradı, ne de bir kimse. Anama mektup göndermemize rağmen şu zamana kadar bir cevap dahi gelmedi. Anamın okuması yazması olsa anam durmaz yazardı da, babam, işte babam inadım inat diyor. Allah’tan gelen giden oluyor da arada bir onlardan haberlerini alabiliyoruz. Allah uzun ömürler versin ne yapalım. Diyorum ki, yarın bir mektup daha yazalım. Belki babamın, bize karşı olan hırsı inmiştir ha ne dersin? İzinde de çoluk çocuk bir köy yaparız.
- Valla iyi olur, dedi Gülbahar. elbette iyi olur. Doğrusunu istersen ben de özledim köyü. Ama ne olursa olsun onlar bizim atamız Ali Rıza’m atamız. Onlar bizleri kapıdan kovsa bacadan girmemiz lazım. Hiç et tırnaktan ayrılır mı? Ayrılsa bile onun acısı hiç kolay kolay diner mi Ali Rıza, diner mi hiç?
- Anamı çok özledim biliyor musun Gülbahar? dedi Ali Rıza. Öyle özledim ki, burnumda tütüyor. Yok, yok yarın hem bir mektup yazacam, hem de telefon edecem babama. Babam biraz inatçıdır ama yine de telefon edecem. Ben de bir babayım. Ben çocuklarımdan Murat’ımdan Mahmut’umdan hiç vazgeçebilir miyim? Vazgeçemem. Babam da benden vazgeçemez biliyorum.
Sohbet anadan, babadan açılınca, hele köyden, köydeki anılar tazelenmeye başlayınca bitmek bilmiyordu. Tıpkı askerlik anıları gibi bir başlamaya görsün. Konu, konuyu açıyor, bazen gülüşüyorlar bazen sessiz, sessiz birbirlerine bakıyorlardı. Bazen hüzünleniyorlardı. Gülbahar derin bir “iç” geçirdi.
- Hayrola Gülbahar. niye içini geçirdin ki? dedi.
- Yok bir şey Ali Rıza, yok bir şey, dedi. Ya ben. Ben kimi görecem köyde. Hadi sen özlersin, ben neyi özleyeyim ki. anam, babam, ablam doğru dürüst bir gün yüzü görmeden bu dünyadan göçüp gittiler. Bunlar aklıma geldikçe üzülüyorum işte biliyor musun? İç geçirmem de ondandır. Yoksa ne ki? Allah seni başımızdan eksik etmesin Ali Rıza’m eksik etmesin, dedi Gülbahar .
Ali Rıza, sandalyesini Gülbahar’ın sandalyesinin yanına yanaştırdı. başını göğsüne yaslayarak, başörtüsünün altından saçlarını okşamaya başladı.
- Bak Gülbahar, dedi. Ali Rıza. Ciddi diyorum. İzini köyde geçirelim. Hem anan, baban diğer ölmüşlerin için de bir mevlit okuturuz. Ne dersin?
- Sahi mi diyorsun Ali Rıza! Dedi. Ali Rıza Gülbahar’ı heyecanlandırmıştı..
- Sahi diyorum tabi. Ne var ki? Hem senin anan, baban diğer ölmüşlerin için, hem de benim ölmüşlerim için. İyi olmaz mı?
- Hem de nasıl iyi olur. Hiç iyi olmaz mı? dedi Gülbahar.
Vakit de bir hayli ilerlemiş, akşam yemeği gece yemeğine dönüşmüştü. Hava güzel, sohbet güzel, bir de moral güzel olunca, vaktin nasıl geçtiğini anlamıyor insan. Ali Rıza ile Gülbahar da zaten vaktin nasıl geçtiğini anlayamamışlardı
Bahçeye kurdukları sofrayı birlikte topladılar. Murat ile Mahmut’u da içeri aldılar. Artık saat gece yarısına geliyordu. Gece o kadar sessizdi ki, böceklerin hışırtısı duyuluyorken, yıldızlarla dolu gökyüzü ve güneş gibi parlak, dolunay tüm endamıyla kendini gökyüzünün derinliklerine sallandırıvermişti. Bu sessizlik, kapının kapanmasıyla bozuldu. Az sonra evin içinde yanan ışıklar da söndü. Dışarıdaki sessizlik şimdi Ali Rıza’nın evinde de hakimdi. Dışarıdaki huzur da, hoşluk da, günden güne belirgin bir şekilde görülüyordu Ali Rıza’nın evinde.
Ertesi gün pazardı ve deliksiz uyku çekmenin tam sırasıydı.
0 yorum:
Yorum Gönder