BİR CUMARTESİ YAZISI
ANTALYA UCAĞINDA 65-70 YAŞLARINDA GENÇ FRANSIZ KADINLAR VE BEN
Doğru konuşmak gerekirse uçakta hemen hemen hiç yazı yazmadım!
Belki onlarca kez uçuyordum ama nedense uçakta yazı yazmak hiç de aklıma gelmedi. Oysa o kadar sıkıldığım, havada bir türlü zaman geçme
Bugün (Perşembe günü) Antalya’ya uçuyorum. Önce 20.15 uçağından yerimi aldım, havaalanına erken gidince de 18.35 uçağı ile uçabilir miyim diyerek şansımı denemek istedim ve iyi ki de denemişim 18.35’de
Perşembe günü hava kapalıydı. Henüz kararma vaktine epey bir zaman olmasına rağmen, hava kararmağa, havalimanının ışıkları yanmaya çoktan başlamıştı. Uçağın ufacık penceresinden, seyrettiğim dışarıdan uçağın içi daha ferah, aydınlık ve canlıydı.
Canlı diyorum, çünkü uçağın içinde insanlar cıvıl, cıvıl. Birbirleriyle konuşuyorlar, espriler yapıyorlardı…
Oysa dışarısı karanlık, soğuk ve üşütüyordu.
*
Uçağın her iki tarafından da boydan boya ip gibi uzanan gün ışığı florasan lambaların dışında uçağın tavanının baş üstü dolaplarının üstünden sıralanmış sarı renkli lambalar uçağın içinin canlılığına sarı beyaz karışımlı müthiş bir hoşluk sarıyordu.
Kısa aralıklarla mavi üniformalarının altına giydikleri beyaz gömleklerin üstüne şık bir şekilde bağlanmış fularlı hostesler ve yine aynı renk üniforma ve beyaz gömlek giymiş şaçları jölelenmiş hostlar, uçağın kalkış hazırlıklarını yapmak için koşuşturuyorlarken, yolcuların sorularına da yanıt yetiştirmeyi bıkmadan ve tam bir profesyonelce başarıyorlardı.
Aslında kimileri gerçekten ihtiyaca binaen sorular soruyorlardı, kimileri güzel hosteslerle konuşmak ve o kısacık süreyi -belki de öyle değerlendirmek için- konuşuyorlardı.
Bir anda bir grup Fransız’ın hep birlikte uçağa girişiyle uçağın içinde bir başka güzellikte görülmeye değer bir canlılık hâkim oldu. Yaşları altmışın üzerinde olan ve çoğunluğu (yüzde 95 kadarı) genç(!) bayanlardan oluşan Fransızların yıllanmış yaşlarına rağmen nasıl da hayat dolu olduklarını bir kez daha şaşkınlıkla izliyordum.
Yanıma, tahmin ediyorum yaşları 65-70 arasında iki yaşlı görünümlü genç, cıvıl cıvıl mavi gözlerinin içleri parlayan iki Fransız bayan oturdu.
O ara uçak içinde verilen dergiyi inceliyordum. Fransız turistler yanıma turur oturmaz da tebessümle “Bonsoir= İyi akşamlar” diyerek ilerleyen yaşlarına rağmen gençliklerinden de kadar da güzel olduklarını hâlâ açığa vururken sarı perçemlerinin altına gizledikleri kenarları kırış kırış olmuş mavi gözleriyle gerçekten de akşamın ve yolculuğumuzun güzel geçeceğinin habercisiydiler…
*
Marmara Üniversitesi Fr. Dili ve Edebiyatı’nı bitirdikten sonra yaklaşık yirmi beş yıl kadar Fransızca konuşmamıştım. Ne var ki 65-70 yaşlarındaki yıllandıkça güzelleşen Fransız bayanları görünce önce okumakta olduğum dergiye verdim… Sonra da “Acaba bunlarla Fransızca konuşabilir miyim?” diye de kendimi sorgulamaya başladım.
Üniversite yıllarım aklıma geldi. “Yanlış konuşsam ne olacaktı ki, söylerim yanlışımı düzeltirler” diyordum kendi kendime.
Nitekim de öyle oldu. Cesaretimi topladım ve önce nereden geldiklerini, ne iş yaptıklarını sordum. Yaklaşık 35-40 kişilik Fransız pazarlama temsilcileri olduklarını, birinin Nice, bir diğerinin ise Cannes’lı olduğunu öğrendim.
Artık yavaş yavaş açılmaya başlamıştım.
Bu sefer de Üniversite’ye kaydolurken hocamın bana “Ou habitéz-vous monsieur? (Nerede ikamet ediyorsunuz?)” sorusunu sorup da tek bir cevap bile veremeyişim aklıma geldi. Oysa o yıl üniversiteye girdiğimde 531.küsür yabancı dil puanı alarak benim aldığım bu puanla Beyoğlu Akşam Ticaret Lisesi ülke genelindeki ticaret liseleri arasında birinci olduğunu hatırlıyorum. Ne var ki ben o zaman bu soruya “J’habite a Beykoz. (Beykoz’da ikamet ediyorum)” da diyememiştim.
O zaman hiç Fransızca bilmiyordum, şimdi ise bildiğimi unutmuştum.
İnsan bilmediğini hatırlayamıyordu ama bildiğini çabucak hatırlıyordu.
Bana da öyle oldu. O cıvıl cıvıl yaşlı görünümlü genç Fransız bayanlarının kısa kısa sorularına muhatap olunca ben de kendilerine ara ara aynı kısalıkta, ara ara beklediklerinden de uzun olarak sorularını yanıtlıyordum… Arap atı gibi konuştukça açılıyor, açıldıkça da konuşuyordum. Ta kabin amirinin “Şimdi inişe geçiyoruz, kemerlerinizi bağlı, masalarınızı kapalı ve koltuklarınızı dik duruma getiriniz” anonsuyla birlikte hostesi pür dikkat dinliyorum.
Bir itirafta bulunayım, Fransızca konuşurken terlemedim desem yalan olur. Terledim ama bir güzel de sohbetimi sürdürdüm, yaşları bir hayli ilerlemiş olan 65-70 yaşlarındaki genç Fransız bayanlarla...
*
Her neyse!
Ben yeniden biraz başa döneyim ve uçağın kalkma zamanı gelmeden zaten kapalı olan hava iyice karardığını ve pencereden dışarıya baktığımda yanan lambaları ve cisimlerin de ancak siluetlerini görebiliyor olduğumu da bu arada sizlerle paylaşayım.
Hava siyahlaştıkça uçağın içi aydınlanıyor, bizim sohbetimiz koyulaşıyordu.
Bu arada uçakta yapılıyor olan rutin uyarılar yapılıp, uçakta yapılması gerekenlerle ilgili bilgi anonsları verilirken, diğer taraftan koltuklarına yerleşmeye çalışan ve aralarında o müthiş Fransız aksanıyla konuşmalarını sürdüren Fransız pazarlamacı bayanların hem kahkahaları hem de o yaştaki canlı performansları görülmeye değerdi.
Onları yalnızca ben izlemiyordum. Galiba da yalnızca benim dikkatimi çekmemişlerdi. Şöyle etrafımı göz ucuyla kontrol ettiğimde benim gibi bu heyecanlı ve pür neşeli Fransız bayanlarını çok daha merakla izleyenler de vardı.
Neredeyse 35-40 kadar bayanın kendi aralarında hep bir ağızdan çıkan konuşmaları kulaklarımızdan beynimize doğru geçiş yollarını okşayarak yol alan o müthiş diksiyon akışı, benim beynimde müthiş bir hoşluk yaratırken, çatlamış topraklar gibi kırış kırış olmuş elleriyle kimi zaman da alkışlıyorlardı birbirlerini… Ve o genç yürekli cıvıl cıvıl Fransız hanımlar uçağımız Antalya Havalimanına inene kadar o capcanlıklarını sürdürdüler…
Aslında onların bu tavırlarını, o yaştaki canlılıklarını, şen şakrak oluşlarını hayret ve şaşkınlıkla izlerken, onların müthiş bir şekilde nasıl da enerji dolu olarak hayata tutunmuş olmaları da şaşkınlığımı daha da arttırıyordu. Bir tarafta bunları akıl süzgecimden geçirirken, diğer taraftan da benim ülkemin o yaşlardaki kadınlarının yorgun halleri gözlerimin önüne geliyordu…
Ben bunları düşünürken uçağımızın tekerleklerinin Antalya Havalimanı pistine değmesiyle her seferinde olduğu gibi yine derin bir “Ohh!” çekerek rahatlamıştım…
Fransız bayanların uçağa binerkenki canlılıkları bu sefer de uçaktan inerken aynı şekilde devam ediyordu.
Antalya’da hava açık ve koyulacivert gökyüzünün dünyaya sarı sarı renkte milyonlarca ışığını yollamaya çalışan yıldızlarla doluydu…
Sevgili Arkadaşım Burak Burulay ile birlikte Dedeman Hotel’e geldiğimizde Antalya Altın Portakal Festivali’nin son ikinci gününde Türk Sinemasının yeni ve eski sanatçılarıyla karşılaşırken, yenilerle eskilerin nasıl da birbirlerinden oldukça farklı oldukları belli oluyordu…
Bir taraf Türk sinemasının geleceğinin umut vaat ettiğini göstermeye çalışırken, diğer tarafta geçmişten geleceğe Türk sinema sanatını sırtlarında taşımanın yorgun, mutlu ve huzurlu izlerini görmek mümkündü.
Bir şey vardı ki on gün kadar süren bu festival sanatçılarımızın eskisini de yenilerini de yorgunluktan tüketmişti…
İşte festivalin son iki gününde bunlar net olarak görülebiliyordu.
*
Bir başka cumartesi yazısında buluşmak üzere
0 yorum:
Yorum Gönder