web 2.0

5 Aralık 2009

KÜÇÜK ÖYKÜLER - 02

BİR HIRS BENİ AYAKLARIMIN ÜZERİNE DURMAYI ÖĞRETTİ...

Yazan: Yunus ARIKAN


Hayatında hiç bu kadar mutlu olmamıştı.
“Başkalarına bağımlı yaşamak ne kadar da kötü.” diyordu.
Başkalarına derken buna herkesi dâhil ediyordu.
Arkadaşları, çevresindeki insanlar, kardeşleri, annesi, babası yani kendisinin dışında herkesi, herkesi ‘başkaları’nın içine sokmuştu.
İzinsiz hiçbir şey yapamıyordu. Hatta çayıra gidip top bile oynayamıyordu. Oynayamıyordu, çünkü ya bir yerini sakatlıyordu veya üstüne başına zarar veriyordu. O nedenle de kimi zaman top oynayanları sahanın kenarından içini çeke çeke izliyordu.
Arkadaşları gol attıklarında sanki golü kendisi atmış gibi havalara sıçrıyor, kendisini bir anda sahanın içine atıp aynı coşkuyu, heyecanı arkadaşlarıyla birlikte yaşıyordu.
Arkadaşları topu sahanın ortasındaki yuvarlağa bırakmak için koşarlarken kendisi de bir gözü arkadaşlarında, ağır adımlarla yine sahanın kenarındaki taşın üzerine oturmak üzere gidiyordu.
O, top oynayamazdı.
Arkadaşlarının kendisini istemediğinden değil, oynadığı zaman akşam eve gittiğinde annesinden dayak yiyecekti.
Hem de ne dayak.
Az mı dayak yemişti. Hem top oynama yüzünden, hem de ırmakta çimdiği için.
En çok annesinden korkuyordu. Ondan çekindiği kadar ne babasından ne de ağabeylerinden çekiniyordu.
Sevmeye gelince yine en çok annesini severdi. Onun gözünün içine bakar, onu üzülsün istemezdi.
Belki de arkadaşlarıyla top oynamayışının, ırmakta çimmeyişinin nedenlerinden biri de annesine olan sevgisi, annesinin üzüleceğini biliyor olduğundandı.
Bütün çocuklar gibi o da tıpkı bir ana kuzusuydu.
Her ne kadar dışarıda arkadaşları ona “Ana kuzusu” deseler, onu kızdırsalar da o kendisinin ana kuzusu olduğunu biliyordu. Ama arkadaşlarına karşı “Evet ben ana kuzusuyum var mı bir diyeceğiniz” diyerek o yaşta gururuna yediremiyordu.
Cevap hazırdı “Sensin lan ana kuzusu...”
*
Aslında ana kuzusu olmadan koç olunmadığını o yaşlarda hangi birimiz biliyorduk ki? O yaşta dokuz, on yaşlarında hangimiz küçük olduğumuzu kabulleniyorduk. Hangi çocuğa, “Daha sen çocuksun, hele şöyle bir geri dur bakalım” denildiğinde o yaşlarda hangi birimiz bunu içimize sindirebiliyorduk ki?
Ya hiç birimiz, ya da pek azımız.
Çünkü biz büyümüştük. İlkokula da gitsek büyümüştük artık.
Evimizde olmasa da sokağımızda, mahallemizde bizden daha küçükleri vardı. Ağzı süt kokanlar vardı. Henüz ilkokula yeni başlayanlar...
Hem anne, babası, komşuları; kendisinden küçük kardeşi, komşusunun çocukları ile ilgili olarak ona “Sen artık büyüdün, abi oldun. Kardeşine, koşumuzun çocuklarına sahip çıkacaksın” demiyorlar mıydı?
Diyorlardı tabi. O nedenle de o büyümüş, hem de abi olmuştu
O bendim işte...
Kimi zaman kocaman ağabey yapılan, kimi zaman hala çocuk olan bendim.
Henüz evde tek başıma kalamasam da, annemler bir yerlere giderlerken onların peşine düşme dürtülerim beni vazgeçmeyecek kadar peşlerine taksa da ben kendimce büyümüştüm artık.
Ben öyle düşünüyordum, zaman zaman da bizimkiler bana “Büyümüş olduğumu” hatırlatıyorlardı zaten. Bu hatırlatmalar kardeşime veya komşularımızın benden küçük çocuklarına sahip çıkma anlamında da olsa, bakkaldan veya çarşıdan bir şeylerin alınıp eve getirilmesi konusunda da olsa ben büyümüştüm ve işe yarar biri olmanın mutluluğunu yaşıyordum.
Kısa aralıklarla yaşadığım bu büyüme, büyük olma saplantılarıma; çoğu zaman ağabeylerimin veya çevremdeki insanların bana çocukmuşum muamelesi yapmaları beni için için kemirmiyor da değildi.
Çoğu zaman onlara müthiş bir kin bile besliyordum.
Çocukluk işte.
Bakın şimdi ben bile diyorum. Yaptıklarımın “Çocukluk işte” olduğunu söyleyebiliyorum.
İnsan bunu büyüyünce, daha da büyüyünce anlıyor.
*
Yine o çocukluğumun inanılmaz büyüklükle-küçüklük arasında gelip giden günlerimin birinde babamdan 25 kuruş istemiştim.
O günlerde yirmi beş kuruşa ne alınıyordu derseniz söyleyeyim: dört bisküvi ve iki lokum.
Sakın küçümsemeyin.
O dört bisküvi ve iki lokumu yemek o zamanlar ne kadar keyif veriyordu bizlere biliyor musunuz?
Ben anlatamam, siz de anlayamazsınız.
O yirmi beş kuruşu aldığımızda keyifle koşarak bizim kasabanın tam da ortasında bulunan köprünün başında ancak iki metre karelik bir kulübenin içinde bisküvi, akide şekeri, lokum vs. satan kuruyemişçi Çete Nuri Amca’nın yerine giderdim.
O bir metre kırk santim veya bir metre elli santimlik boyu ile kulübesinin önüne koyduğu küçük iskemlesine oturduğunda arkasını da kulübenin tahtasına dayayıp elindeki otuz üçlük tespihini çekerken, “Hadi Nuri Amca, bana dört tane betit beure bisküvi ile iki lokum ver” dememize oldum olası sinir olurdu.
Ben bunu der demez hemen de yirmi beş kuruşu uzatırdım kendisine. Bisküvi ve lokumları alır almaz da hemen lokumları düzlemeye başlar ve iki bisküvi arasına sıkıştırırım. Her seferinde de bisküvileri lokumun üzerinde iyice yapışmaları için bastırırken hep de kırarım. Ve Çete Nuri Amca’yı kızdırmak için de “Nuri amca ya, sen bana hep kırık bisküvi veriyorsun bir daha senden lokum, bisküvi almayacağım” derdim.
Ben ne zaman kendisine “senden bir daha bisküvi, lokum almayacağım” desem, O da bana “Peki, oğlum, peki” derdi. Ama hep de lokum ve bisküviyi Çete Nuri Amca’dan alırdım.
Ne bileyim, alıyordum işte.
Yine böyle bir gün babamdan yirmi beş kuruş almış ve harcamıştım. Öyleden sonra, ilkindi vaktine yaklaşırken babamdan yine yirmi beş kuruş istemiştim. Babam da bana “sabah verdim ya oğlum. Ben para mı kesiyorum burada” diyerek ikinci yirmi beş kuruşu vermemişti.
Hani dedim ya dokuz yaşında da olsak, on yaşında da olsak biz büyüğüz diye görüyorduk ya kendimizi. İşte ben gerçekten de büyümeye tam da o yaşta başladığımı sanıyorum. İlkokul üçüncü sınıfa gidiyordum.
Babam bana yirmi beş kuruşu vermeyince iyice kızmıştım. Çünkü yazdı ve arkadaşlarım Ankara Gazosu almış içiyorlardı.
Sahi yirmi beş kuruşa Ankara Gazosu da alınıyordu o zamanlar.
Doğru Hasan babama gittim. Annemin babasına.
“Ben ondan bir daha para istemeyeceğim bana boya sandığı yap” dedim.
Hasan Babam, “Kimden istemeyeceksin oğlum, ne boya sandığı istiyorsun?” dedi.
Ben de “Babamdan istemeyeceğim.” dedim. Ve başladım ağlamaya...
“Ne yani orada arkadaşlarım gazoz içerken ben bakacak mıyım?” dedim. Hasan Babam önünde yapmakta olduğu semeri bir kenara bıraktı, elimden tuttu ve dizinin üzerine oturttu.
“Sen şimdi ciddi, ciddi boya sandığı yapmamı mı istiyorsun?” dedi.
“Evet!” dedim. “Evet, bir daha ondan para istemeyeceğim.”
“Benden istersin o zaman” dedi.
“Yok, ben kendi paramı kendim kazanacağım,” dedim.
Hem mahallemizdeki çocuklardan boyacılık yapanlar da vardı. Ben onların her gün bisküvi, lokum, leblebi üzüm karışımlarını yediklerini de görüyordum. Kendi paralarıyla alıyorlardı. Onlar benim gibi babalarından istemiyorlardı.
Sonra Hasan Babamın gözünün içine içine baktım, “Bana boya sandığı yapmak istemiyor musun Hasan Baba” dedim.
Hasan Babam da benim bu konuda ne kadar kararlı olduğumu anlamıştı. Şöyle bir etrafına bakındı boya sandığı yapabileceği pek bir şeye rastlamadı. Sonra bana dönerek, “Hadi bakalım git Osman amcandan iki tane boş meyve kasası al da gel” dedi.
Yaşasın, dedim. Yaşasın, yapıyorsun demek.
Bir koşuda köprünün diğer ucunda Cete Nuri Amcanın, kulübeden oluşmuş kuruyemiş dükkânının tam karşısında yine aynı köylümüz olan manav Osman amcadan iki boş kasa aldım ve Hasan Babama götürdüm.
Bana baktı, baktı “Bugün senden kurtuluş yok galiba” dedi.
Bu arada olup bitenlerden babamın hiç haberi yoktu. Hasan babam yaklaşık bir saat içinde bana meyve kasasından bir boya sandığı yapmıştı.
Aslında boya sandığının dışında dikdörtgen bir sandığa benziyordu. Sandığın üst tarafına bir de uyduruk ayak koyma yeri yaptı, Dükkândan bulduğu deri parçalarından da kemer genişliğinde bir omuz askılığını da sandığın her iki tarafına çiviledikten sonra. “Oldu mu bakalım, beğendin mi?” dedi.
O an için gözüme müthiş görünmüştü. Benim istediğim boya sandığı idi. Gerçi arkadaşlarımın boya sandıkları kadar olmasa da benim işimi görecek konumdaydı.
Bir anda Hasan Babamın omuzlarına sarıldım ve yanaklarından öpmeye başladım. “Canım Hasan Babam” dedim. “Bir daha da babamdan para istemeyeceğim.”.
Sonra Hasan Babam bana mutlu bir şekilde ama birazda alaylı bir şekilde bakıyordu. “Peki,” dedi. “Bu boya sandığı ile boyasız, fırçasız nasıl ayakkabı boyayacaksın ki?”.
Doğru ya, dedim. O zaman bana fırçamı da boyamı da sen al. Para kazanınca öderim.”
Gülerek bana, “İyi valla beyefendi,” dedi. “Sayende iyi yere dükkân açtık değil mi? Ne bu böyle? Beyefendinin boya sandığını yap, sonra da içine boyasını, cilasını koy, fırçalarını al. İyi valla”.
Biliyordum, tepkimi ölçmeye çalışıyordu. Ama ben birden donuk kaldım. Bu çocuk başıma kim bana para vermeden boya, cila fırça verirdi ki? Kimse vermezdi. Babam parasını verecek desem, babam hemen yanlarındaydı babama soracaklardı.
Hasan Babam elimden tuttu ve çarşının içine doğru gidip bana iki fırça, bir kahverengi, bir siyah ayakkabı boyası bir cila ve bir de badem yağı aldı.
Zaten bizim oralarda iki renk ayakkabı giyiyorlardı. Ya siyah, ya da kahverengiydi. Kahverenginin koyusu açığı hiç fark etmiyordu. Eğer ayakkabı açık kahverengi ise badem yağını biraz fazla koyarak açıyorduk rengini.
Ben o gün ayakkabı boyacısı olarak işe başlamıştım.
Hasan Babam bana malzemelerimi alıp da beni gönderince kendisi de babamın yanına gitmiş.
Babamın dükkânı tam da çarşı meydanındaydı. Çarşı meydanın tam da orta yerinde kocaman bir elektrik direği duruyor ve bütün ayakkabı boyacıları o direğin sağına soluna doğru oturmuşlar müşteri bekliyorlardı.
Ben de onların arasına oturmuştum. Uzaktan babamın bana doğru geldiğini gördüm. Açık söyleyeyim biraz da korkmadım değil hani.
“Boyacılık mı yapacaksın?” dedi.
“Ne yani yapamaz mıyım?” dedim. Babamın sorusuna soruyla karşılık verdim. Büyüktüm ya hani...
“Peki, sen ayakkabı boyamasını nereden öğrendin?”
“Daha öğrenemedim ama öğreneceğim ve senden de bir daha para istemeyeceğim” dedim.
Babam beni şöyle bir süzdü. Boya sandığımı göz ucuyla inceledi;
“Fena da olmamış sandığın.” Dedi. “Hadi bakalım bundan sonra para kazanmanın kolay mı, zor mu olduğunu daha iyi anlarsın. Sana kolay gelsin.” diyerek tekrar dükkâna geri gitti.
O gün, boyacılığa çıktığım ilk gün, iki buçuk lira kazanmıştım.
Benim için müthiş bir paraydı.
Ben babamdan yirmi beş kuruş isterken, kendim iki buçuk lira kazanmıştım.
*
Akşam olduğunda eve sevine sevine gidiyordum. Gidiyordum ya bir taraftan da üstümü başımı boyamaktan rezil etmiştim. Eve geldim, hızlı hızlı ve heyecanla kapıyı çaldım. Annem kapıyı açtığında bir elimdeki boya sandığına bir de üstümün başımın boyasına baktı.
“Ne bu halin Oğlum” dedi. Bense anneme cebimden çıkardığım iki buçuk lirayı gösteriyordum.
“Bak anne iki buçuk lira kazandım. Bu senin” dedim.
Annem bir iki buçuk liraya baktı, bir üstüme başıma. Bu parayla üstüne başına sabun alırız herhalde dedi.
Yine korkmuştum. Sanki benim üstümü kirletmem para kazanmamdan daha önemliymiş gibi “üstüne başına sabun alırız” demesi canımı sıkmıştı.
“Ne istersen onu al anacağım” dedim. Ve elimdeki iki buçuk lirayı anama uzattım. Eşikten içeri girdim. Hemen kapının arkasına boya sandığımı koydum.
“Nasıl anne artık kendi paramı kazanıyorum değil mi?” dedim. Annem benden aldığı parayı bir kenara koyarak eğildi, her iki elleriyle gözlerimin altında birikmiş olan ter tomurcuklarını başparmaklarıyla sildi ve “Benim oğlum büyümüş de para kazanırmış da anasına para getirirmiş” diyerek iyice bana sarıldı. Neredeyse beni içine sokacak sandım.
Artık rahatlamıştım. Önce, anamın üstümü başımı berbat ettiğime kızacak diye düşünmüştüm ama kızmadı. Hemen helâmızın önünde bulunan geniş taşlığa bir leğen koydu bir sabunla iyice elimi yüzümü ovarak ellerimdeki ve yüzümdeki boyaları çıkarttı. Omzunun üstünde havluyla elimi yüzümü kuruladı.
“Karnın aç mı?” dedi.
Yok ana, dedim. Aç değilim.
Gözüm hiçbir şeyi görmüyordu. Havalarda uçuyordum. Ben yirmi beş kuruşun peşine düşerken o gün iki buçuk lira kazanmıştım. Üstelik üstümü başımı berbat etmeme rağmen anam bile kızmamıştı bana...
*
İşte o gün benim dönüm günüm oldu.
Ben, para kazanmanın zorluğunu, insanın kendi kazandığı parayı harcamaya kıyamadığını işte o gün öğrenmeye başlamıştım.
O gün ayaklarımın üzerine durmaya, işte o gün, o gün bilmediğim, ama bugün çok iyi bildiğim “Tırnağın varsa başını kaşı” sözünün ne kadar doğru olduğuna inandım...
Ve ben o günden sonra birden bire hızlı bir şekilde büyüdüm.
Geçmesini istemediğim yıllar bana inat öyle çabuk geçtiler ki anlatamam. O süreç içinde de ben törpülendikçe törpülenmiştim.
Hayat çarkı denilen dişlilerin arasından kendimi kurtarmasını neyse ki başarabilmiştim.
Oysa çocukluğumun o günlerinde babama ne kadar kızdığımı, Hasan Babamı ise ne kadar sevdiğimi anlatamam
Şimdi ise Babama ne kadar minnettar olduğumu, Hasan Babama ise ne kadar teşekkür edeceğimi bilemiyorum.
Bana yapılanların doğruluğunu yıllar sonra anlamıştım. Anlamıştım ama yıllar sonra onları da kaybetmiştim...
Kaybetmediğim, hatta sıkı sıkıya sarılmam gereken bir şeyi öğrenmiştim. Çocuklarıma yapmalarını istedikleri işlerle ilgili onlara fırsat vermek, hatta onları desteklemek gerektiğini...
Bugün ben bunları yapıyorum...
Ve o gün babamın çocuğu olan ben bugün ben çocuklarımın babasıydım...
Zaman ne çabuk da geçiyor.
Yoksa çabuk geçmiyor da bize mi öyle geliyor bilemiyorum...




0 yorum:

Yorum Gönder