ZEYNEP VE BİZ GAZETECİLER
Yazan: Yunus ARIKAN
Elleri titriyordu.
Saçları yüzünü tamamen kapatmış, kafası öne eğik bir şekilde ha bire bir elindeki tırnak dibi etlerini, diğer elinin tırnaklarıyla koparmaya çalışıyordu.
Bir ara kafasını şöyle bir kaldırdı, saçlarını arkaya doğru attı ve kendisini izleyenlerin olup olmadığını kontrol etmek için bir sağa, bir sola baktı.
Benim dışımda kendisini izleyenin olmadığını gördü. Benim ona baktığıma bile aldırış etmeden tekrar saçlarıyla yüzünü kapattı ve kendi kendine kaldığı yerden tırnak dibi derilerini koparmaya başladı.
*
Yüzünü gördüğümde henüz on sekizine ya girmiş ya da girmemişti. Yani daha çocuk denilecek yaştaydı ve o kadar masum bir şekilde etrafı süzmüştü ki, yanaklarında tomurcuklanmış olan gözyaşının bile farkında değildi.
Üzerinde öyle pek de yeni sayılmayan bir mont ve bacağında koyu lacivert bir kadife pantolon vardı.
O kızın düşmanı değildim ama dikkatle ayakkabılarına baktım. Belki aylarca boyasız olduğu, neredeyse derisinin soyulmak üzere olduğu, hatta yer yer soyulduğunu gördüm.
Sanki ayakkabının bir tarafı açılmış gibiydi.
Sonra montunun kollarını birazcık uzatarak avuçlarının içine kadar çekti, yüzük ve küçük parmaklarıyla sıkıca bastırdı ve biraz önce yüzünde duran gözyaşını sildi.
Oturduğu bankın yaslanma kısmındaki tahtalarda bir bankanın adı yazıyordu ve oturulan kısmının ortadaki tahtası da koparılmıştı.
Bir ara yine kısa bir süreliğine etrafını seyretmeye başladı ve işte o zaman göz göze geldik.
Birkaç saniye bir birimize baktık.
Ne tuhaf! Ne o benden, ne de ben ondan gözlerimi alamıyordum.
Kız benim küçük oğlumdan da küçüktü.
Üşüyor gibiydi. Bakışları hiç de öyle şeytanca bakışlardan değildi. Anladım ki beni birine benzetmişti.
Gözlerimi o çocuğa bakmaktan kaçırdım ve kendi kendime onunla konuşmak için yanına gitmeye karar verdiğim anda; biri erkek, biri kadın olan iki yaşlıca insan o kız çocuğun yanına yaklaştılar.
Ben, birden bire gözlerimi o tarafa çevirince, bankta oturan kız da benim baktığım tarafa baktı.
Ve sadece “Hıh!” dediğini duyabilmiştim.
Ayağa kalktı ve öylece dona kaldı.
Yaşlı erkekle kadın kıza, kız onlara bakıyordu...
Birden yaşlı kadın “Güzel kızım burada mıydın?” dedi.
Kız hiç bir şey diyemedi, sözcükleri boğazında yutkunmaya başlamıştı.
Doğrusu ben de neye uğradığımı şaşırmış, öylece onları seyrediyordum...
Genç kız, birden her iki kollarını iki yana açarak “Dedeciğim, Büyükannem” diyerek, birini bir kolunun altına, birini diğer bir kolunun altına aldı ve üçü öylece birbirine kenetlenmişti.
Yaklaşık bir dakika boyunca öylece kalakaldılar.
Merak içindeydim. Olduğum yerden ayağa kalktım. Onlara doğru -biraz da korkarak- birkaç adım attım ve “Bağışlayın, ben de bu kızımızın burada yalnız başına bankta ağlamaklı halini görünce dayanamayıp konuşmak isteyecekken, siz geldiniz ve birden bire kızımızın o korku dolu hali uçuverdi,” dedim.
Yetmiş yaşlarındaki amca “torunum” dedi. Bu da 50 yıla yakın hayat arkadaşım.
Bir de ben girivermiştim onların arasına.
Ne tuhaf! Bana, “Sen kimsin? Neden soruyorsun? Seni ne ilgilendirir?” gibi tek bir kelime bile etmeden Avcılar Merkez Camisinin bahçesindeki boş olan iki banka oturduk.
Çay içer miyiz? dedim hemencecik.
Teşekkür ettiler...
Ben Israr ettim. “Yorgun görünüyorsunuz, kızımız da üşümüş gibi. Birer çay içelim,” dedim tekrar. “Evet, bir birimizi tanımıyoruz ama belki o çay sayesinde tanışacağız be amcacığım,” dedim.
Amca 50 yıllık eşinin gözlerine baktı, yaşlı kadın “sen bilirsin!” der gibi başını sağ omzuna doğru hafifçe eğdi.
Amcanın daha bir şey demesine fırsat vermeden, yanımızdan geçen çay ocağının garsonuna “Bize dört çay,” dedim. “Biri açık ve şekersiz olsun”.
Ben şekersiz içiyordum.
Yaşlı amca, “Bağışla efendi, isminiz nedir?” dedi
Yunus, dedim.
Kafasını hafifçe sallayarak “Yunus öyle mi?” dedi. “Yunus. Güzel isimdir. Benimki de Mehmet. Bu da (karısını göstererek) benim elim, ayağım, gözüm Hacer dedi. Benim Hacer’im.”
Hemen biz oracıkta tanışma faslını daha tamamlamamıştık ki çaylar geldi.
Ben asıl küçük kızımızı merak ediyordum. Onun biraz önceki halini, onu o hale getiren nedenlerin ne olduğunu?
“Açık çay içiyorsun he mi?" dedi birden. “Daha erken değil mi açık çay içmek için. Bak, ben hala demli çay içiyorum.”
“Siz eski topraksınız” dedim. “Biz sizin gibi olabilir miyiz hiç. Maşallah bu yaşta çok iyi görünüyorsunuz...”
“Eyiyiz!” dedi. “Yetmiş üç yaşında bir adam nasıl eyi oluyorsa biz de öyle eyiyiz işte. Gene de şimdikilere bakarak sahiden de eyiyiz. Çok şükür bugünkü günümüze. Elimiz ayağımız tutuyor, kendimiz yiyoruz, içiyoruz. Kendimiz yatıp, kalıyor ihtiyaçlarımızı kendimiz görüyoruz” derken, çayından bir yudum çekti ve,
“Ha bu da benim torunum” dedi. “Kızdan torunum. Zeynep.”
Zeynep ismini ben çok seviyordum. Bir kızım olsaydı adını mutlaka “Zeynep” koyacaktım. Annemin annesinin adı da Zeynep’miş.
Biz dört erkek kardeştik. Anam ne zaman bizden yana biraz muzdarip olsa, hep bir kızı olmadığından dem vururdu. “Kız evladı hayırlı evlat” derdi, rahmetli anacağım.
Mehmet amca hemen yanında oturan Zeynep’in uzun yarı beline kadar gelen saçlarını baştan aşağıya doğru özlemle sıvazladı, Zeynep ise dedesine bakarken içi gidiyordu.
“Bu bize emanet” dedi dedesi. “Annesi ile babasını geçen yıl memleketten İstanbul’a gelirken trafik kazasında kaybedince Zeynebim bizim yanımızda kalıyor.” dedi.
İstanbul’da yaşlı bir Anadolu erkeği. Avcılar camisinin bahçesi de sanki köy meydanı. Benimle o kadar içten konuşuyordu ki, belli ki bana kanı ısınmıştı.
“Ne iş yapıyorsun?” dedi.
Gazeteci olduğumu söyledim...
Düşündü, beni biraz daha bir süzdü, süzdü...
“Bu gazeteciler bu memlekete kötülük yapıyorlar!” dedi, birden bire ve ses tonunu da yükselterek.
Şaşırdım. “Hayrola amca? Kime ne kötülük yapmışız ki?” dedim.
“Siz hiçbir şeyi doğru yazmıyorsunuz.” dedi. “Her şeyin iyi gittiğini söylüyorsunuz, yazıyorsunuz, çiziyorsunuz. Hadi söylesene iyi giden ne var?” dedi.
Tam, “Yok mu amca?” diyecektim ki...
“Aldığım 400-500 lira emekli maaşı neyimize yetecek ki? Her şey ateş pahası. Allahtan başımızı sokacak iki göz evimiz var da kuş misali işte bu yavruyu da aramıza aldık, orada yaşamaya çalışıyoruz. Yaşamaya çalışıyoruz da onu da beceremiyoruz,” dedi.
Amcam nefes bile almadan içindekileri bana söyleyip rahatlama kararındaydı sanki. “Bir de siz ‘her şey iyi, iyi’ diye yazıp durun bakalım, dedi ve hemen birden ayağa kalktı. O kalkınca Hacer Ana’da, Zeynep kızımız da kalktı.
“Aslında” dedi, “Ben gazetecilerle pek konuşmak istemiyordum ya neyse, sen iyi birine benziyorsun. Ama gazetecisin. Senin iyi şeyler yazdığını nereden bileyim. Memleket iyi değil oğlum, iyi değil” dedi ve ayakta duran Hacer Ana Mehmet amcanın oluna girdi, torunu Zeynep’in de elini sıkı sıkıya tutarak, “Çaylar için teşekkür ederiz gazeteci bey” dedi. Ve “Memleketin durumu iyiye gitmiyor bilmiş ol, gitmiyor bunda da sizin de payınız var” diyerek caminin avlusundaki merdivenlerden Marmara Caddesi’ne doğru her üçü de hızlı adımlarla yürümeye başladı.
*
Zeynep bu arada geriye döndü bana baktı. Bu kez içinin rahatladığını hatta gülebiliyor olduğunu görebiliyordum. Ama ben daha Zeynep’i bile tanıyamamış, üstelik kendi derdimi Mehmet amcama dahi anlatamamıştım.
“Ben bir garip yerel gazeteciydim. Biz yazsak bile nereye kadar sesimizi duyurabiliyoruz ki” diyecektim. “Bize değil asıl o büyük gazetelerde, büyük televizyonlardan pembe taplolar çizen, yazarı, habercisi, yorumcusu programcısına kız” diyecektim ya diyemedim işte. Mehmet amca çoktan Hacer’i ve torunu Zeynep ile kalabalığa karışmıştı.
*
Ben onlara bakarken çay ocağının garsonu abi 2 YTL alabilir miyim? dedi.
Cebimden bozukluk 2 YTL’yi garsona verdim.
Aslında Mehmet amca haklıydı. Nereden bilsin bizlerin sesimizi nereye kadar duyurup, duyuramadığımızı. Onun gözünde gazeteciydik işte. Yazan, çizen, okuyan, değerlendiren birer akıllı insanlardık...
*
İyi de Zeynep orada tek başına niye ağlıyordu ki?
Ben daha bunu bile anlayamamıştım...
...
0 yorum:
Yorum Gönder