web 2.0

27 Ekim 2011

20111028 - YARIN 29 EKİM HEPİMİZE HAYIRLI OLSUN İNŞALLAH!

Yarın 29 Ekim
Hepimize  Hayırlı olsun İNŞALLAH!

Yarın ne yapmayı düşünüyorsunuz?
Yarın 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı…
Yani cumhuriyetin kuruluşunun 88. yıl dönümü…
*
Şimdi şöyle içe dönük olarak bir düşünelim. Acaba hangi birimizde Cumhuriyet Bayramının heyecanı, coşkusu var…
Ya da kaç kişi yarının Cumhuriyet Bayramı olduğunu anımsıyor…
Hangi radyo, televizyon, yazılı basın, cumhuriyetle ilgili haberlerini geçiyor…
Gençlere dünün cumhuriyetçileri ile bugünün cumhuriyetçilerinin “Nasıl bir Cumhuriyet Türkiye’si”nin özlemi içinde olduklarını açıklayabiliyor ki!
Ya da hangi basın; dünün Cumhuriyet Türkiye’sinde görev  alanların memleket aşkıyla, bugünün Cumhuriyet Türkiye’sini yönetenlerin, memleket aşkları arasında farkları       -yeterince- kaleme alabiliyor ki?
*
Varsa yoksa bugünkü iktidar…
Onlar ne  diyorsa o…
En iyi bilenler…
En doğru bilenler…
En faydalı bilenler…
Ülkenin yarınları için en doğru ve isabetli özelleştirmeleri yapanlar…
Cumhuriyetin kazanımlarını teker teker satarak, dağıtarak, isimlerini değiştirerek  bir şekilde kendi iktidarlarını garanti altına almak için biat kültürünü öne çıkarmalarına rağmen varsa yoksa bugünkü hükümet…
*
Yarın 29 Ekim…
Bizim çocukluğumuzun 29 Ekim kutlamalarını özlediğimi söylersem, biliyorum yadırganacağım…
Biliyorum eskilerde kaldığım, eskidiğim ve kendimi geliştiremediğim söylenecek…
Varsın olsun. Yine de ben, benim dönemlerimin cumhuriyet bayramlarını hep de  özleyeceğim…
Bir hafta on gün öncesinden öğretmenimin bana ve arkadaşlarıma verdiği şiir ve konuşmaları ezberlemek için nasıl da heyecanımız doruklara çıkardı…
Biliyorum; şimdilerde çocuklarımızın bırakın cumhuriyet duygusunu yaşamalarını, o duygunun yanlarından bile geçmiyorlar…
Ne cumhuriyet anlatılıyor ne de cumhuriyetin faziletleri…
Şimdilerde resmi bayramların en güzel yanı ‘tatil’ tarafı, hiç kuşkunuz olmasın…
Manevi tarafı…
Milliyetçilik tarafı…
Yurt sevgisi tarafı…
Ders alma tarafı…
Sahiplenme zorunluluğu tarafı…
Çok çalışmak zorunda olduğumuzun gerekliliği tarafı…
Kesinlikle yeni nesillere anlatılmıyor…
Öğretilmiyor…
Önemsetilmiyor…
Bugün başka  şeyler öğretiliyor cumhuriyetin yerine…
Cemaatlerin memleket için ‘hayırlı’ atakları öğretiliyor…
En az 3 olmak üzere kadınların mutlaka çocuk doğurmaları öğretiliyor…
Cumhuriyet unutturuluyor…
*
Evet, yarın 29 Ekim…
Belki de ben yanlış düşünüyorum…
Belki de; yurttaş olarak her konuda hür olduğumuz bir gün…
Her türlü baskı, şiddet ve esaretten arındığımız…
Bugün; hiçbir lidere ve partiye biat etmeden; ilmi hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şekilde cumhuriyet ilkelerine sahip çıkar bütün var gücüyle çalışıyor yurdum insanı!
Dününü hatırlayarak…
Dününe sahip çıkarak “29 Ekim’leri” kutlayıp duruyoruz!
Cumhuriyetin emanetlerine ilk günlerdeki kadar heyecanlı, inançlı ve vakur(!) bir şekilde sahip çıkıyoruz, öyle değil mi?
Yoksa öyle  değil  mi?
Yoksa, sahip çıkılmıyor da ben mi abartıyorum…
Yoksa, hani “Dostlar alışverişte görsün!” diyerek mi kutluyoruz cumhuriyeti…
Yani kerhen…
*
Cumhuriyet Türkiye’sinin bağımsız hakimleri, savcıları hiç olmadıkları  kadar özgür ve bağımsız bir şekilde görevlerinin başında değiller mi?
Cumhuriyet Türkiye’sinin özgür basını hiç olmadığı kadar özgür yayın yapmıyorlar mı?
 Ne cumhuriyetten ne onun ilkelerinden ne de meslek ahlakından (bugün olduğu bundan sonra da) ödün mü veriyorlar sanki?
Bakmayın siz ‘yandaş medya’ uydurmalarına…
“Ötekiler” diye  adlandırıldıklarına…
*
Cumhuriyetin muzaffer ordusu ve onun komutanları olabildiğince Atatürk’ün çizdiği muasır medeniyetler yolunda, cumhuriyet ilke ve devrimlerine sahip çıkma adına verdiği sözü harfiyen  yerine getirmek için gece gündüz çalışmalarını sürdürüyorlar…
İçeride dışarıda iç ve dış düşmanlara göz açtırmadan yollarına devam ediyor…
*
Doğal afetler konusnda da kendi yağıyla kavrulan bir Cumhuriyet Türkiye’si, bu anlamda da gücünü ve büyüklüğünü göstererek, hiç kimseye muhtaç olmayacak; kendi insanını önümüzdeki kış  günlerinde ne aç ve açıkta bırakacak ne de çaresizlik içinde kıvrandıracak…
88 yıllık Cumhuriyet Türkiye’si; güçlü ekonomisi, geçmişten geleceğe olan bugün içlerinde yaşattıkları sarsılmaz inancıyla yarın Cumhuriyeti kutlayacaklar…
Gönül rahatlıyla…
Gönül coşkusuyla…
Cumhuriyet Türkiye’sinin, cumhuriyetinden zerre kadar(!) bir kuşku duymadan…
Hepimize kutlu olsun…
*
Yarın 29 Ekim…
Yarın Tatil…
Bu anlamlı tatil hepimize hayırlı ve uğurlu olsun İNŞALLAH!



20111027 - PAYLAŞIM SİTELERİ (STRES ODALARI)

PAYLAŞIM SİTELERİ
(STRES ODALARI)

İnsanımız yıllardır  -şu veya bu şekilde- doluyor ya da dolduruluyor!
Terör
İşsizlik
Hayat pahalılığı
Eğitimde fırsat eşitsizliği
Aile içi çatışmalar…
Doğal afetler…
Gelecek kaygısı…
Vs., vs.
 Eğer bir toplum iç dünyasında bu sorunları çözemez, konuşacak, paylaşacak herhangi bir yöntem bulamaz veya bulmak istemezse, önce kendini sonra da çevresini tüketir. Önce insanın kendisini çatlatır, yıkar, yaralar, sonra da yakın veya uzak çevresini…
Allah’tan, teknoloji stres odaları oluşturdu da düşüncenin öncü depremlerini  açığa çıkarıyor.
İnsanlar yaşadıkları sorunları -stres odaları sayesinde- sanal dünyadan gerçek dünya ile paylaşıyorlar…
İçlerinden ne geçiyorsa…
Başkalarına destek ya da karşıt bir şekilde…
Tepki ya da övgü göstererek…
Yandaş ya da düşmanca…
Hiç fark etmiyor. 
Fark eden tek şey bir anlamda ilgililerine işin vahametini belirten uyarı sinyalleri göstermesi, tedbir konusunda uyarması…
*
Öncelikle insanlar, sanal dünyanın stres odalarında içlerindeki öncüleri açığa çıkarırlarken, biraz olsun rahatlıyorlardır.
Eğer ülkeyi yönetenler, bu öncüleri dikkate almazlarsa bu rahatlama, rahatlama olmaktan çıkar; öfkeye, kine hatta çıldırmışlığa varabilecek düzeye ulaşabilir…
İşte; stres odalarının yarattığı tehlike boyutu da burada ortaya çıkıyor…
*
Düşüncenin öncü depremleri birbirinden habersiz, aynı duyguları paylaşan düşüncedaş ve duygudaş insanlar tarafından aynı anda açığa çıkarıldığında; değil hafif ya da orta şiddette, yıkımı çok ağır, bir düşünce  depremi olup çıkabiliyor…
Düşünsenize bir kere, sanal dünyanın yarattığı stresle -hepimizin başına gelebilecek olan bu felaket görmezden gelinerek- bu musibete sevinilebiliyor, kin ve nefret duyguları içeren yazılar yazılabiliyor.
Sizce de gelecek adına tehlikeli ve korkunç bir şey değil  mi bu?
*
Sanki bir gerçeği görmezden geliyoruz. Bundan birkaç yıl  önce daha önceki bir yazımda da sizinlerle paylaşmıştım.  “Doğu’da insanların önemli bir kısmı ‘Biz ne çektikse cehaletten, Şeyhten, Şıhtan ve Ağa’dan çektik. Hep kullanıldık. Bu cehalet bizi bu noktaya getirdi,’ diyorlar” demiştim.
O gün de düşüncelerini benimle paylaşan Kürt vatandaşlarımızın doğru söylediklerine inanmıştım, şimdi de inanıyorum.  Üstelik de bu insanların bölgedeki şeyhler, şıhlar, ağalar ve dahi -bölge insanı adına hareket ettiklerini iddia ederek yola çıkan- siyasiler tarafından kullanıldıklarından -o bölgeye defalarca gitmiş biri olarak- hiç kuşkum yok.
*
Şimdi Batıdakiler de -sanal da olsa- aynı şeyi yapıyorlar gibi…
Şiddete; şiddet…
Kışkırtıcılığa; kışkırtıcılık…
Yani dişe diş; göze göz…
Tıpkı cehaletin bir yansıması…
*
İnsanlar yumrukları kapalıyken birbirleriyle nasıl tokalaşabilirler ki?
Evet, ateş düştüğü yeri yakıyor, ama etrafında da arazlar bırakmıyor değil!
Birinci derecede olmasa bile ikinci, üçüncü derecelerde yanıklar meydana getirmiyor mu?
Yani acıtmıyor mu, dağlamıyor mu insanın yüreğini…
Acıtıyor da, dağlıyor da…
Biraz cehalet…
Biraz dolduruculuk…
Biraz ileride yapılacak doğru hamlelerin önünün kesilmesi…
Bir toplumu, bir ülkeyi yok edebiliyor…
O nedenle heyecanımız değil, aklımız yönlendirsin bizi…
Çünkü bütün renkleriyle dünyanın imrendiği bu mozaik biziz ve biz de bütün renklerimizle birbirimizi tamamlıyoruz…
Haksız mıyım?

20111026 - SORUN; BATAKLIK-SİNEK SORUNU DEĞİL

Sorun; “Bataklık ve Sinek Sorunu” Değil!

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, siyasiler içinde belki de en renkli simaların başında gelir…
Konuşma üslubuyla…
Olaylara bakış açısıyla…
Verdiği -iğneleyen ve tartışma yaratan- tespitleri ve örnekleriyle…
Nabız ölçme yöntemleriyle…
Karşı çıkışlarıyla…
Radikal davranışlarıyla…
Kimi zaman insanların sinirlerini alt-üst edişiyle…
Lafını esirgemeden aklından ve yüreğinden ne geçiyorsa onları sese dönüştürmesiyle…
*
Alan alır, almayan almaz…
Kimileri gülüp geçer, kimileri ciddi şekilde önemser.
Anlayacağınız hemen her söylediği muhataplarından tepki alırken, yandaşlarından alkış alır.
*
Sayın Arınç “Önce bataklığı kurutmak lazım” demiş,
Yer: Bursa İl Başkanlığı…
Konu: Terör.
Sayın Arınç’a göre terörün 10 Nedeni varmış.
Bunların başında “Sosyal, toplumsal, ekonomik” sebepler geliyormuş (Kaldı ki bu sebepleri bilmeyen mı var? Ben dahi bu ‘sosyal, toplumsal ve ekonomik’ sebeplerin olduğuna dair kaç yazı yazdım!). Sayın Arınç devam ediyor. “Kimliğini ifade edememekten doğan nedenler, bana baskı, zulüm uyguluyorsunuz diye dağa çıkanlar var” derken “Dolayısıyla da; sizi rahatsız eden sineklerden kurtulmanın tek yolu bataklığı kurutmaktır.” deyip kestirip atmış.
*
Efendim, zaten bu söylenenlerin hepsi kamuoyu tarafından bilinen şeyler değil mi?
Bilinen şeyler?
Öyleyse “Bataklık neresi ve sinekler kimler?”
Konu terör olunca; bataklığın neresi, sineklerin de kimler olduğu belli. Belli de zaten bu sorunlar dokuz yıldır önlerinde halledilmeyi beklemiyor muydu?
Bataklığı kurutmak istediler de kim engel oldu ki?
Hem kim engel olabilir ki?
Kaldı ki engel olduğu varsayılanlar da şu anda görevlerinin başında değiller. Ancak sinekliği kurutacak olanlar ise görevlerinin başında…
Durum böyle olunca da Sayın Arınç neyi anlatmak  istedi ben anlamadım…
Anlamadım çünkü; bugün bu ülkede AKP hükümetinin yapmak isteyip de yapamayacağı         -neredeyse- hiç bir şey yok.
Bataklık kurutulacaksa kurutulsun, sinekler ölecekse ölsün…
Bunu da sokaktakiler değil, ülkeyi yönetenler yapacaktır, herhalde…
*
Doğrusunu isterseniz önümüzdeki bu terör sorunun bu kadar basit olduğunu düşünemiyorum. Bugün yaşananlar öyle Sayın Arınç’ın dediği gibi “bataklık –sinek” örneği kadar basit değil.
Çünkü sorun “Bataklık ve sinek sorunu” değil ki!
İç ve dış güçler sorunu…
Ve onların yıllar öncesinden gelen hesaplaşma sorunu…
Cahillik sorunu…
Geçmiş hükümetlerin yıllardır ihmal ettiği ‘insan’ sorunu…
*
Önce projeler ortaya konacak…
Arkasından da güven sağlanacak …
Arkasından ikna edilmesi gerekenler edilecek…
İşte ondan sonra ancak bataklıklar kurutulur gibi geliyor bana…
Bu da önümüzde daha  çok uzun yıllar ülke gündemini meşgul edecektir.
Sorun gerçekten de “bataklık- sinek” sorunu olsa kolay Sayın Arınç Kolay.
Eminim ki siz kısa sürede onu da çözersiniz!
Ama değil ki?




20111025 - EVİM EVİNDİR

“EVİM EVİNDİR!..




Türkiye; 23 Ekim 2011 günü Erciş başta olmak üzere, Van merkez ve çevresinde meydana gelen 7,2 şiddetindeki depremin yaralarını sarmaya çalışıyor.

Yurdum insanı, depremin hemen sonrasında oluşturduğu “Deprem Yardım Ağı” ile bir kez daha farklılığını ortaya koymayı başarıyor…

Hem de bu ağı: “EVİM EVİNDİR!. .” deyip sloganlaştırarak.

*

Bu slogan her şeyi anlatmıyor mu?

Sevgiyi…

Dostluğu…

Kardeşliği…

Dayanışmayı…

Paylaşmayı…

Birlikte yaşamayı…

Barışı…

Sevgiyi…

Hoşgörüyü…

Kötü gün dostu olduğumuz…

Bu milletin (Türk’ü, Kürdü, Laz’ı, Çerkez’i, Abaza’sı) dünyanın hiçbir ulusunda pek de görülmeyen bir anlayışı anlatıyor olduğunu…

Aklımıza gelen gelmeyen ne kadar güzellik varsa hepsini, hepsini içine alıyor bu slogan.

Bu ulus böyle bir ulus işte!

*

Ve böyle bir ulusun içinden birileri çıkıyor; ha bire düşmanlık, kin ve nefret tohumlarını 780 bin km metre karelik alana serpiştirmeye çalışıyor…

Serpiştiriyor, hatta büyütüyor da…

*

Bu ülklenin kurtuluşunda aynı hilâl uğruna can verdiklerini çabucak unutup, ha bire saldırıp duruyorlar…

Yabancı eller sırtlarını okşadıkça, onları pofpoflayıp durdukça, onlar da kendilerini ayrıcalıklı görüyor, ayrıcalıklı gördükçe de saldırıyorlar…

Zavallılar!

Dağdakiler de meclistekiler de…

Kendilerine de, yaşadıkları bu topraklara da yazık ediyorlar…

Hâlâ kandırıldıklarının farkında değiller…

Kendilerine verilen dış güç desteğinin bedelsiz olduğunu zannediyorlar…

*

Elbette; devletin sorumluluk alanlarında olduğu halde geçmiş hükümetlerin bölgeye yönelik olumsuz ve acımasız davranışlarını asla doğru olmadığını buradan rahatlıkla söylüyorum.

Ben, tanımlamaya çalıştığım Misak-î Millî sınırlarımız içinde yaşayan yetmiş iki buçuk milletin içiçeliğinden, kaynaşmışlığından söz ediyorum…

Birbirlerini sahiplenmelerinden…

“Onlar benim kardeşim” deyip “Evim Evin” anlayışıyla hiçbir karşılık beklemeden, sadece zor günlerini rahat bir şekilde atlatabilmeleri adına adını bilmediği, yüzünü görmediği Doğulu kardeşine nasıl da karşılıksız kucak açışından söz ediyorum…

Ortaya hiçbir etnik köken ayrımı koymadan…

Onca olumsuzluklara rağmen hâlâ sahiplenme duygusunu ne kadar da üst düzeylerde tutabiliyor olduğunu söylemeye çalışıyorum.

Hadi gelin, siz bu insanları birbirinden ayırmaya çalışın…

*

Yoksa; elbette devlet, her durum ve şartta vatandaşının güven ve huzurunu sağlamak zorundadır…

Vatandaşına ev ve iş bulmak zorundadır.

Kaldı ki bu konudaki gayretlerini de her durum ve şartta da gösteriyor…

*

Peki, sıradan vatandaşın böyle bir zorunluluğu var mıdır?

Bu vatandaş Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ise eğer bu zorunluluğu ve sorumluluğu hep yüreğinde hissetmiştir…

Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın…

O nedenle bir kere daha diyorum ki Ne mutlu Türk’üm diyene, Ne mutlu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım diyebilene…







“EVİM EVİNDİR!..




Türkiye; 23 Ekim 2011 günü Erciş başta olmak üzere, Van merkez ve çevresinde meydana gelen 7,2 şiddetindeki depremin yaralarını sarmaya çalışıyor.

Yurdum insanı, depremin hemen sonrasında oluşturduğu “Deprem Yardım Ağı” ile bir kez daha farklılığını ortaya koymayı başarıyor…

Hem de bu ağı: “EVİM EVİNDİR!. .” deyip sloganlaştırarak.

*

Bu slogan her şeyi anlatmıyor mu?

Sevgiyi…

Dostluğu…

Kardeşliği…

Dayanışmayı…

Paylaşmayı…

Birlikte yaşamayı…

Barışı…

Sevgiyi…

Hoşgörüyü…

Kötü gün dostu olduğumuz…

Bu milletin (Türk’ü, Kürdü, Laz’ı, Çerkez’i, Abaza’sı) dünyanın hiçbir ulusunda pek de görülmeyen bir anlayışı anlatıyor olduğunu…

Aklımıza gelen gelmeyen ne kadar güzellik varsa hepsini, hepsini içine alıyor bu slogan.

Bu ulus böyle bir ulus işte!

*

Ve böyle bir ulusun içinden birileri çıkıyor; ha bire düşmanlık, kin ve nefret tohumlarını 780 bin km metre karelik alana serpiştirmeye çalışıyor…

Serpiştiriyor, hatta büyütüyor da…

*

Bu ülklenin kurtuluşunda aynı hilâl uğruna can verdiklerini çabucak unutup, ha bire saldırıp duruyorlar…

Yabancı eller sırtlarını okşadıkça, onları pofpoflayıp durdukça, onlar da kendilerini ayrıcalıklı görüyor, ayrıcalıklı gördükçe de saldırıyorlar…

Zavallılar!

Dağdakiler de meclistekiler de…

Kendilerine de, yaşadıkları bu topraklara da yazık ediyorlar…

Hâlâ kandırıldıklarının farkında değiller…

Kendilerine verilen dış güç desteğinin bedelsiz olduğunu zannediyorlar…

*

Elbette; devletin sorumluluk alanlarında olduğu halde geçmiş hükümetlerin bölgeye yönelik olumsuz ve acımasız davranışlarını asla doğru olmadığını buradan rahatlıkla söylüyorum.

Ben, tanımlamaya çalıştığım Misak-î Millî sınırlarımız içinde yaşayan yetmiş iki buçuk milletin içiçeliğinden, kaynaşmışlığından söz ediyorum…

Birbirlerini sahiplenmelerinden…

“Onlar benim kardeşim” deyip “Evim Evin” anlayışıyla hiçbir karşılık beklemeden, sadece zor günlerini rahat bir şekilde atlatabilmeleri adına adını bilmediği, yüzünü görmediği Doğulu kardeşine nasıl da karşılıksız kucak açışından söz ediyorum…

Ortaya hiçbir etnik köken ayrımı koymadan…

Onca olumsuzluklara rağmen hâlâ sahiplenme duygusunu ne kadar da üst düzeylerde tutabiliyor olduğunu söylemeye çalışıyorum.

Hadi gelin, siz bu insanları birbirinden ayırmaya çalışın…

*

Yoksa; elbette devlet, her durum ve şartta vatandaşının güven ve huzurunu sağlamak zorundadır…

Vatandaşına ev ve iş bulmak zorundadır.

Kaldı ki bu konudaki gayretlerini de her durum ve şartta da gösteriyor…

*

Peki, sıradan vatandaşın böyle bir zorunluluğu var mıdır?

Bu vatandaş Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ise eğer bu zorunluluğu ve sorumluluğu hep yüreğinde hissetmiştir…

Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın…

O nedenle bir kere daha diyorum ki Ne mutlu Türk’üm diyene, Ne mutlu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım diyebilene…




“EVİM EVİNDİR!..




Türkiye; 23 Ekim 2011 günü Erciş başta olmak üzere, Van merkez ve çevresinde meydana gelen 7,2 şiddetindeki depremin yaralarını sarmaya çalışıyor.

Yurdum insanı, depremin hemen sonrasında oluşturduğu “Deprem Yardım Ağı” ile bir kez daha farklılığını ortaya koymayı başarıyor…

Hem de bu ağı: “EVİM EVİNDİR!. .” deyip sloganlaştırarak.

*

Bu slogan her şeyi anlatmıyor mu?

Sevgiyi…

Dostluğu…

Kardeşliği…

Dayanışmayı…

Paylaşmayı…

Birlikte yaşamayı…

Barışı…

Sevgiyi…

Hoşgörüyü…

Kötü gün dostu olduğumuz…

Bu milletin (Türk’ü, Kürdü, Laz’ı, Çerkez’i, Abaza’sı) dünyanın hiçbir ulusunda pek de görülmeyen bir anlayışı anlatıyor olduğunu…

Aklımıza gelen gelmeyen ne kadar güzellik varsa hepsini, hepsini içine alıyor bu slogan.

Bu ulus böyle bir ulus işte!

*

Ve böyle bir ulusun içinden birileri çıkıyor; ha bire düşmanlık, kin ve nefret tohumlarını 780 bin km metre karelik alana serpiştirmeye çalışıyor…

Serpiştiriyor, hatta büyütüyor da…

*

Bu ülklenin kurtuluşunda aynı hilâl uğruna can verdiklerini çabucak unutup, ha bire saldırıp duruyorlar…

Yabancı eller sırtlarını okşadıkça, onları pofpoflayıp durdukça, onlar da kendilerini ayrıcalıklı görüyor, ayrıcalıklı gördükçe de saldırıyorlar…

Zavallılar!

Dağdakiler de meclistekiler de…

Kendilerine de, yaşadıkları bu topraklara da yazık ediyorlar…

Hâlâ kandırıldıklarının farkında değiller…

Kendilerine verilen dış güç desteğinin bedelsiz olduğunu zannediyorlar…

*

Elbette; devletin sorumluluk alanlarında olduğu halde geçmiş hükümetlerin bölgeye yönelik olumsuz ve acımasız davranışlarını asla doğru olmadığını buradan rahatlıkla söylüyorum.

Ben, tanımlamaya çalıştığım Misak-î Millî sınırlarımız içinde yaşayan yetmiş iki buçuk milletin içiçeliğinden, kaynaşmışlığından söz ediyorum…

Birbirlerini sahiplenmelerinden…

“Onlar benim kardeşim” deyip “Evim Evin” anlayışıyla hiçbir karşılık beklemeden, sadece zor günlerini rahat bir şekilde atlatabilmeleri adına adını bilmediği, yüzünü görmediği Doğulu kardeşine nasıl da karşılıksız kucak açışından söz ediyorum…

Ortaya hiçbir etnik köken ayrımı koymadan…

Onca olumsuzluklara rağmen hâlâ sahiplenme duygusunu ne kadar da üst düzeylerde tutabiliyor olduğunu söylemeye çalışıyorum.

Hadi gelin, siz bu insanları birbirinden ayırmaya çalışın…

*

Yoksa; elbette devlet, her durum ve şartta vatandaşının güven ve huzurunu sağlamak zorundadır…

Vatandaşına ev ve iş bulmak zorundadır.

Kaldı ki bu konudaki gayretlerini de her durum ve şartta da gösteriyor…

*

Peki, sıradan vatandaşın böyle bir zorunluluğu var mıdır?

Bu vatandaş Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ise eğer bu zorunluluğu ve sorumluluğu hep yüreğinde hissetmiştir…

Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın…

O nedenle bir kere daha diyorum ki Ne mutlu Türk’üm diyene, Ne mutlu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım diyebilene…









“EVİM EVİNDİR!..

Türkiye; 23 Ekim 2011 günü Erciş başta olmak üzere, Van merkez ve çevresinde meydana gelen 7,2 şiddetindeki depremin yaralarını sarmaya çalışıyor.
Yurdum insanı, depremin hemen sonrasında oluşturduğu “Deprem Yardım Ağı” ile bir kez daha  farklılığını ortaya koymayı başarıyor…
Hem de bu ağı: “EVİM EVİNDİR!. .” deyip sloganlaştırarak.
*
Bu slogan her şeyi anlatmıyor mu?
Sevgiyi…
Dostluğu…
Kardeşliği…
Dayanışmayı…
Paylaşmayı…
Birlikte yaşamayı…
Barışı…
Sevgiyi…
Hoşgörüyü…
Kötü gün dostu olduğumuz…
Bu milletin (Türk’ü, Kürdü, Laz’ı, Çerkez’i, Abaza’sı)  dünyanın hiçbir ulusunda pek de görülmeyen bir anlayışı anlatıyor olduğunu…
Aklımıza  gelen gelmeyen ne kadar güzellik varsa hepsini, hepsini içine alıyor bu slogan.
Bu ulus böyle bir ulus işte!
*
Ve böyle bir ulusun içinden birileri çıkıyor; ha bire düşmanlık, kin ve nefret tohumlarını 780  bin km metre karelik alana serpiştirmeye çalışıyor…
Serpiştiriyor, hatta büyütüyor da…
*
Bu ülklenin kurtuluşunda aynı hilâl uğruna can verdiklerini çabucak unutup, ha bire saldırıp duruyorlar…
Yabancı eller sırtlarını okşadıkça, onları pofpoflayıp durdukça, onlar da kendilerini ayrıcalıklı görüyor, ayrıcalıklı gördükçe de saldırıyorlar…
Zavallılar!
Dağdakiler de meclistekiler de…
Kendilerine  de, yaşadıkları bu topraklara da yazık ediyorlar…
Hâlâ kandırıldıklarının farkında değiller…
Kendilerine verilen dış güç desteğinin bedelsiz olduğunu zannediyorlar…
*
Elbette; devletin sorumluluk alanlarında olduğu halde geçmiş hükümetlerin bölgeye yönelik  olumsuz ve acımasız davranışlarını asla doğru olmadığını buradan rahatlıkla söylüyorum.
Ben, tanımlamaya çalıştığım Misak-î Millî sınırlarımız içinde yaşayan yetmiş iki buçuk milletin içiçeliğinden, kaynaşmışlığından söz ediyorum…
Birbirlerini sahiplenmelerinden…
“Onlar benim kardeşim” deyip “Evim Evin” anlayışıyla hiçbir karşılık beklemeden, sadece zor günlerini rahat bir şekilde atlatabilmeleri adına adını bilmediği, yüzünü görmediği Doğulu kardeşine nasıl da karşılıksız kucak açışından söz ediyorum…
Ortaya hiçbir etnik köken ayrımı koymadan…
Onca olumsuzluklara rağmen hâlâ sahiplenme duygusunu ne kadar da üst düzeylerde tutabiliyor olduğunu söylemeye çalışıyorum.
Hadi gelin, siz bu insanları birbirinden ayırmaya çalışın…
*
Yoksa; elbette devlet,  her durum ve şartta vatandaşının güven ve huzurunu sağlamak zorundadır…
Vatandaşına ev ve iş bulmak zorundadır.
Kaldı ki bu konudaki gayretlerini de her durum ve şartta da gösteriyor…
*
Peki, sıradan vatandaşın böyle bir zorunluluğu  var mıdır?
Bu vatandaş Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ise eğer bu zorunluluğu ve sorumluluğu hep yüreğinde hissetmiştir…
Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın…
O nedenle bir kere daha diyorum ki Ne mutlu Türk’üm diyene, Ne mutlu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım diyebilene…







20111024 - GÜN AKLI SELİM OLMA GÜNÜDÜR

GÜN AKLISELİM OLMA GÜNÜDÜR!
 Hangi acı büyük değil ki?
Adı ölümse…
Her ölüm dünyanın sonu demektir…
Niçin?
Kim için?
Kim istiyor bütün bunları?
Doğudaki Kürt vatandaşlarım mı, batıdakiler mi?
Yani bizim topraktakiler?
Anayurttakiler?
Yani bu topraklar için toprağa düşmüş olan bütün ektik  kimlikleriyle Türkiye mozaiğini  oluşturanların torunları mı, bu memlekette her gün birer ikişer canın toprak olmasını istemek için mi kurşunun nereye gideceği umurlarında olmadan saldırıp duruyorlar …
*
Bütün bunlar; Sevr öncesinde “Böl parçala ve yönet”  deyip, mutluluktan şaraplarını yudumlayarak memleketim üstüne kurguları olanların torunlarının vahşi oyunları değildir de nedir?
İntikam alıyorlar şimdi…
Hem de hiç acımadan…
Hem de bizdenmiş gibi gözükerek…
Hem de gözlerimizin içine baka bak…
Hem de ölen Türk ve Kürt çocukları için taziyelerini bildirerek…
Oysa, dünün itilaf devletlerinin torunları, bugün dedelerinin intikamlarını almanın mutluluğu içindedirler…
Kim bilir ne kadar üzülüyorlardır(!), kahroluyorlardır(!) omuzlarda taşınan her bir tabut sonrasında!
*
Şimdi memleket ayakta… Hele işin içine ilköğretim çocukları da sokulmuşsa…
Taşkın bir sel gibi slogan atarak cadde ve sokaklarda koşturan, deli kanlarını bir türlü zaptedemediğimiz liseli gençlerimiz, ellerinde bayraklarla “İntikam” naraları atıyorsa durum gerçekten vahim…
Ve bugünlerde durum hiç olmadığı kadar ciddi ve bu yaratıklar da hiç olmadıkları kadar mutludurlar herhalde…
*
Bu nedenle  ülkeyi yönetenler, ülkemde siyaset yapanlar, ülke adına sorumluluk üstlenen herkes, “Söz konusu ‘vatan’ ise gerisi teferruat” diyerek, bütün ön yargıları, ‘sen-ben’ çatışmalarını bir tarafa bırakarak yuvarlak masanın etrafında toplanmaları gerek…
Gün, bugün iktidara kızma günü değil, iktidarın elini güçlendirme günüdür…
Gün, kardeş kanını durdurma  dönemidir…
Daha çok sağduyuya daha çok birbirimizi hazmetmeye ihtiyacımız olduğu gündür bugün.
*
Evet bütün yük, yine bugün siyasilerin üzerindedir…
Öncelikle ve özellikle mecliste grubu bulunan siyasilerde…
Doğudaki, batıdaki aklıselim insanlarda…
Memleket üstüne oyun oynandığını görebilen ve bugün Türkiye mozaiğini oluşturan bütün yurttaşlarımızda…
İktidarıyla, muhalefetiyle bu işin çözümlenmesi gereğine inanan herkesin sorumluluğu var.
Siyasiler olarak liderinden, delegesine kadar hiç birinizin kişisel kapris ya da kuruntularınızı ortaya dökme hakkınızın olmadığını biliyorsunuzdur artık…
Zaman, tokalaşma, ülkeye sahip çıkma zamanıdır…
Yoksa bu gemi su aldığında nelerin olabileceğini en iyi sizler biliyor olmalısınız…
Gençler sokaklarda “Şehitler ölmez, vatan bölünmez!” diyerek göğü inletiyorlar…
“Her Türk Asker Doğar; Bir ölür, bin doğarız” diyorlar boğazları yırtılarak…
*
Elbette tepki gösterilmeli…
Elbette gençliğin içindeki enerji dışarıya atılmalı…
Çünkü her birinin canı, ta derinden yanıyor…
Kiminin amcası, kiminin ağabeyi, kiminin dayısı, kiminin kan kardeşi, arkadaşı olan bu insanlar yine aynı toprakların insanları tarafından katlediliyorlar…
Olacak iş mi bu?
Oluyor işte…
Görüyorsunuz su uyuyor ama düşman uyumuyor…
Gün aklımızı başımıza alma günüdür…
Gün, aklıselim olma gönüdür…