web 2.0

29 Haziran 2010

20100701 - "OĞLUM BENİ HASTANEYE YETİŞTİRİN..."

"OĞLUM BENİ HASTANEYE YETİŞTİRİN…”

Aşağıda anlatmaya çalıştığım bir hikâye değildir.
Ölüm kalım mücadelesi veren bir hasta ile elinden hiç bir şey gelmeyen minibüsün içindeki -kendimin de dâhil olduğu- üç-beş kişi olan biz zavallıların yaşamış olduğu çaresizliğin on beş dakikalık yaşanmış bir dramıdır.
*
Yine iş seyahati olarak Zonguldak’a gitmiştim.
Yaşı altmışlarda var, yok.
Minibüste, arkanın bir önündeki tekli koltukta oturan bir yolcu…
Hem tansiyon hastası hem de kalp ameliyatı olmuş biri…
Zonguldaklı
İsmini dahi soramadım.
Minibüsün içinde ben dâhil beş kişiyiz.
25-30 yaşlarında soğuk yüzlü kendi halinde bir bey, 18-20 yaşlarında minyon tipli bir kız, ve yirmi beş yaş ya var, ya yok mavi gözlü kumlar genç bir kız.
Bir de asıl anlatmak istediğim konunun muhatabı. Yani hastalanan kişi…
Ve bir de ben tabi…
Hepimiz de Zonguldak’tan Kdz. Ereğli’ye gidiyoruz.
Minibüsün hızı 40-50 kilometrelerde seyrediyor.
Bu hız bazen daha da düşerken pek de yukarı çıkmıyor. O nedenle 40-45 kilometrelik Zonguldak-Kdz. Ereğli arasını bir saati buluyor.
Yolun yarısına vardık, varmadık, arkadan inilti halde belli belirsiz “Oğlum, oğlum!” diyen ve biraz da uzatarak derdini anlatmaya çalışan işte o altmış yaş var yok olan vatandaş inlemesine devam ediyor. “Oğlum, ben ölüyorum. Beni hastaneye yetiştirin, oğlum!” dediğini duyar gibi oluyorum.
Kucağımda duran çantamı hemen boş koltuklardan birine bıraktım ki gömlek düğmelerinin neredeyse tamamına yakını açık ve hiç ardı arkasını kesmeden “Oğlum beni hastaneye yetiştirin, oğlum!” diye inleyen vatandaşın yine kendi ağzından “Oğlum ben kalp krizi geçiriyorum. Oğlum beni hastaneye yetiştirin!” can havliyle feryat ediyordu.
Minibüsün içinde hepimiz şaşırmış vaziyette birbirimizin yüzüne bakıyorduk. Aslında bu gibi durumlarda sakin olduğumu düşünürdüm ya ben de falso vermiştim.
25 yaş civarında olan mavi gözlü sarı saçlı kumral kızın hemşire olduğunu öğreniyoruz ve ben kendimi bir şeyler yamak için çırpınan hemşirenin emrine bıraktım.  Ne yapmam gerektiğini söylüyor, onu yapıyorum. Hastaya  “Sıkıştığında öksür amcam” diyor, Amca da olanca kuvvetiyle öksürmeye çalışıyor... Yüzünde tomurcuk, tomurcuk olmuş soğuk terler çenesinden boğazının altına doğru akıyordu. Yüzü buz gibi soğuktu. Sanki ölümün soğuk yüzü bu olsa gerekti.
Amca aralıksı başka hiçbir şey demiyor ve aynı şeyleri tekrarlayıp duyordu. “Oğlum, ölüyorum oğlum” diyordu.  Ben şoföre daha hızlı gitmesini, korna ile selektörü bir arada kullanmasını söylüyorum.
Doğrusunu isterseniz en az bizim kadar şoför de korkmuş, adamın başına bir şey gelirse, ne yaparımın hesabını yapmaya çoktan başlamışmış, bile. Şoför daha sonra söylüyor bunları…
Amca inlemeye devam ediyor… Hemşire kız oyalamaya, konuşturmaya, eline yüzüne sular serpmeyi “İyi misin amcam, iyi görünüyorsun,” diyerek moral vermeye çalışıyordu.
Hemşire her seferinde “İyisin amca, ha gayret hastaneye geliyoruz” dedikçe, Amca “İyi değilim oğlum” diyordu.
Hemşirenin sorusuna bile ‘oğlum’ diye yanıt veriyordu.
Kalp ameliyatı olduğunu, aynı zamanda yüksek tansiyonunun da bulunduğunu söyleyerek inlemeyi sürdürüyordu.
Ben, fazla hareket etmemesini sağlıyor, hemşire de soğuk su ile elini yüzünü yıkıyor, daralması durumunda da “Öksür amcam, rahat, rahat öksür!” diyordu.
Minibüs, selektör-korna derken, bazen de hız sınırlarını da aşarak nihayet Kdz. Ereğli Anadolu Hastanesi’nin acil servisine yetiştirdi. Amca hâlâ yaşıyordu ve “Oğlum, ölüyorum, oğlum. Beni hastaneye yetiştirin!” diye neredeyse yalvarıyordu. Canın bu kadar tatlı, çaresizliğin bu kadar korkunç bir şey olduğunu bir kez daha o minibüsün içinde anlamıştım.
Hemşire ile birlikte adını dahi sormayı akıl edemediğimiz kalp krizi geçiren hastayı acil servisten gelen tekerlekli sandalyeye oturtmuş, hastane hemşiresine teslim etmiştik.
Yanında bizden başka hiç kimsesi yoktu.
Yapayalnızdı…
Yanında ne cep telefonu vardı, ne de cep telefon numaralarını bildiği bir tanıdığı…
O hala “Oğlum… Ölüyorum oğlum” diye inlemeye devam ediyordu.
Hemşire bana baktı, ben ona. “Bu hastanın sahibi yok ama!” dedi. “Evet, kızım!” dedim “Ben buralı değilim, ne yapabilirim?” dercesine…
Benim bir anlamda içim rahattı hastayı hastaneye getirmiştik.
Hemşire “O halde ben yanına gideyim” dedi, ben de “İyi yaparsın kızım,” diyerek Minibüsün içindeki mavi gözlü, sarı saçlı kumral hemşire, hastane hemşiresinin bizim kendisine teslim ettiğimiz hastayla birlikte hastanenin acil servis kapısından içeri girerken, çaresiz onların peşinden gitti.
Bense randevuma yetişmek üzere oradan ayrıldım.
*
Sonra ne oldu?
Bilmiyorum.
Bildiğim bir şey varsa o da bu konudaki cahilliğimden nefret etmiş oluşum. Acizliğimden utanmış oluşumdu.
Ve şunu iyi anladım ki hiç birimizin nerde ne zaman ve neyle karşılaşabileceğimiz hiç bilinmiyor.
O nedenle bu gibi durumlarda panik yapmamak, heyecanlanmamak ve insanlığa yararlı olmak adına hepimizin mutlaka ve adam akıllı bir ilkyardım eğitimi almamız gerektiğine bir kez daha inandım.
Ben Kdz. Ereğli’de gideceğim yere gidene kadar “Oğlum, ölüyorum oğlum. Beni hastaneye yetiştirin oğlum!” deyişi kulaklarımda çınlıyordu…
Minibüsten indirirken yüzü ve elleri buz gibiydi…
Buz gibi ter akıyordu yüzünden…
Hem öksürüyor hem de nefes almada zorlanıyordu…
Biz hastaneye yetiştirmiştik yetiştirmesini ama sonra ne oldu bilmiyorum…
Bildiğim bir şey vardı öyle bir an bir daha yaşamak istemediğim...

0 yorum:

Yorum Gönder